ATA-GENÇ
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

ATA-GENÇ


 
AnasayfaPortalGaleriAramaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 Deniz Gezmiş Anlatıyor - Kısım 2

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Okay

Okay


Erkek
Mesaj Sayısı : 639
Yaş : 36
Nerden : Samsun
Kayıt tarihi : 24/01/08

Deniz Gezmiş Anlatıyor - Kısım 2 Empty
MesajKonu: Deniz Gezmiş Anlatıyor - Kısım 2   Deniz Gezmiş Anlatıyor - Kısım 2 Icon_minitimeC.tesi Ocak 26 2008, 03:37

Gemerek’te evler hep bahçe içinde. Bahçeler, bir metrelik taş yığınlarıyla yapılmış küçük duvarlarla çevrili.

Ben önde, jandarmalar arkada koşuyoruz bahçeden bahçeye. Bir duvarı aşıp yere yatıyorum. Ya ayaklarının dibine ateş ediyorum, ya da başlarının bir karış yukarısına. Ben ateşe başlayınca onlar yere yatıyor. O zaman kalkıp koşuyorum. Bir başka duvarı aşıp yine yatıyorum. Yine ateşe başlıyorum. Böylece biraz dinlenmiş de oluyorum. Böyle iki üç tur atıyoruz, dönüp duruyoruz Gemerek’in içinde. Herkes sokaklarda. Herkes durmuş beni seyrediyor. Yanlarından geçip atlıyorum. Halkta bana karşı hiçbir hareket yok.

Bir kadın, evinin kapısından, az ötede beni seyreden kocasına sesleniyor:

“Herif! Gel çorbanı iç, yine gider seyredersin!”

Çocukların bir kısmı, ben ateş ettikçe alkışlıyor. Bazılarının elinde ayçiçekleri; hem beni seyrediyorlar, hem ayçiçeği yiyorlar.

Bir buçuk saat kadar sürüyor bu kovalamaca.

O ara üstüne hoparlör bağlanmış bir taksi çıkıyor ortaya. Hoparlörden bir ses şunları söylüyor halka:

“Ben Belediye Başkanı. Komünist Deniz Gezmiş Gemerek’e gelmiş. Silahı olan silahını alsın, av tüfeği olan av tüfeğini alsın. Olmayan da taşla sopayla saldıracak. Herkes hazırlansın. Yakalayacağız onu.”

Ve gidiyor.

Halkta, bu uyarıya karşı hiç bir kıpırtı olmuyor.

Kaçıp izimi kaybediyorum. Artık jandarmalar yok ardımda.

Dolaşıyorum.

Bir elimde otomatik; kayışla omzumdan asmışım. Rahatça kullanabileceğim. Bir elim boşta. Gerekli olabilir bu elim.

On sekiz on dokuz yaşlarında bir çocuğa yaklaşıyorum.

“Bana Belediye Başkanının evini göster,” diyorum.

“Peki Deniz Ağabey, göstereyim,” diyor.

Çok rahat. Çok sakin. Kendisine soru sorduğum için de sevinçli. Hani bir yabancıya yol gösterirler ya rahatça, yardım etmiş olmanın sevinciyle; bu da aynı rahatlık içinde davranıyor. Düşüyor önüme. Yürüyoruz.

Bir evin önüne geliyoruz.

“Burası ağabey,” diyor.

Gemerek Belediye Başkanı’nın evi. Az önce beni linç ettirmek için halka çağrıda bulunan adamın evi. Tanışacağız.

Bir omuz atıp kırıyorum kapıyı. İçeri dalıyorum. Belediye Başkanı, evinde; sofada, masanın başında bir şeyler atıştırmakta. Beni öyle birden evinin içinde, karşısında görünce yere atıyor kendini, ayaklarıma kapanıyor utanmadan.

“Ben bir şey etmedim. Ben bir şey etmedim,” diye yalvarıp duruyor.

Bir odadan karısı iki küçük çocukla çıkıyor sofaya. Kadın şaşkın. Bir yanda da o yalvarmaya başlıyor:

“Bunlara acı, bu yavrulara acı.”

“Allah belanızı versin,” deyip atıyorum kendimi dışarı. Karlı yollara düşüyorum yine. Gemerek’in dışına çıkıyorum.

Ondan sonra işte o tren yolu hikâyesi oldu, çukur hikâyesi. Tarlalardan geçerek gittim oraya.

***

Yakalandın. Adamlar sana vurur, olmadık hakaretlerde bulunurlar. Buna karşı devrimci taktik şu:

Sen de söveceksin. Elin boştaysa vuracaksın. Ellerin bağlıysa tüküreceksin yüzlerine. Hiç aşağıdan alıp sinmek yok.

Falakaya falan yatıracaklar. Direneceksin. Güçlükle yatıracaklar. Boyun eğmek yok.

Ve onlardan hiç bir istekte bulunmayacaksın. Hiç bir şey istemeyeceksin onlardan.

Böyle yaptın mı herifler işkenceden sonra sana büyük saygı duyuyorlar. Eziliyorlar karşında. İşkence edenler onlar, ama sonuçta ezen sen oluyorsun.

İşkenceye senin bunca dayanman ve oradaki bütün devrimci tavrın, heriflerde böyle bir etki bırakıyor.

***

Yakalanışım mı?

O da bir garip hikâyedir.

Pusu. Son düştüğüm pusu. Yakalandığım.

Tarlanın içinde. Çukurda.

Tarla. Vıcık vıcık çamur. Her yan çamur. Bir yandan da aralıksız yağmur yağıyor, sulusepken.

Parkamın başlığını başıma geçiriyorum.

Ellerim üşüyor. Eldivenlerimi, silahı daha rahat kullanayım diye daha önce bir yerlerde fırlatıp atmıştım. Eldiven de yok.

Hava buz gibi.

Bir çukurun içindeyim.

Çepeçevre sarmışlar.

Bütün arabaların farları üzerimde.

İçine girdiğim çukur, işte bu hücre kadar bir yer.

Jeep’lerin üzerlerine A-4’leri kurmuşlar. Sağıma soluma yağmur gibi mermi yağıyor. Mermiler, düştüğü yerden çamurları savuruyorlar havaya. Farların aydınlığında, yağan sulusepkeni renklendiriyor havaya sıçrayan çamurlar. Ben çukurun dibine, çukurun biçimine uyarak (U) harfi gibi uzanmışım. Ayağa kalkarsam, başım dışarı çıkıyor. Atılan mermilerden korunmak için ya çömelmek zorundayım, ya da böyle çukurun dibine uzanmak zorundayım.

Çukurun dibinde kar var. Altım kar, üstüm sulusepken yağmur ve mermiler. Yattığım yerden yukarıyı gözlüyorum, çukurun üstünü.

Sanki donanma fişekleri atılıyor üstümde. Korkunç güzel bir renk cümbüşü tepemde.

‘Cıw’ diye giriyor çukurun yanındaki çamurlara mermiler, çamuru savuruyorlar tepeden inen farların aydınlattığı sulusepkenin içine, üstüme renk renk koca bir dünya yağıyor. Korkunç güzel, anlatılmaz bir görünüş.

Yarım saat, bir saat sürüyor bu.

Mermi çok az kalmış yanımda. Bir süre sonra bitecek.

Ara sıra doğrulup, başımı çukurdan yavaşça çıkarıyorum, bir el ateş ediyorum boşluğa, öldürmeye atmıyorum ama. Göremiyorum ki. Rasgele yakıyorum mermiyi. Aklıma ilk gelen, Mayakovski’nin şu dizeleri oluyor:

Susun artık konuşmacılar,

savdınız sıranızı.

Söz şimdi mavzer arkadaşta,

şimdi o konuşacak.

Bu dizeleri aklımdan geçiriyorum ve kalkıp bir mermi daha yakıyorum. Sonra yine sinip bekliyorum çukurun dibinde.

İşte orada ölümü düşündüm bak.

Ölüm ürkütücü gelmiyor insana. Ama insan ölümü kabul edemiyor. Kesin bir gerçek bu.

Bilimi düşünüyorsun orada. İki yüz yıl, üç yüz yıl sonrasını düşünüyorsun. Ve bilimin insanlığa getireceklerini. Ve birden içinde bulunduğun o durum anlamsız geliyor sana. Ionesco’nun oyunları gibi bir şey. Saçma geliyor kimi şeyler sana o anda. Yaşaman gerektiğini kavrıyorsun. Bilim almış başını yürürken, karşındaki bir sürü insanın ne kadar küçük şeylerle uğraştıklarını düşünüp acınıyorsun. İçerliyorsun. “Lânetli adamlar” diye geçiriyorsun kafandan.

İnsanlığın geleceğini; ve senin o günleri göremeyeceğini düşünüyorsun; insanı hüzünlendiriyor bu. Bir yanda güzel, eşsiz bir gelecek, bir yanda o güzelim günleri göremeyeceğin duygusu. “Nasılsa öleceğim” diye düşünmeye başlıyorsun.

Mermi vardı oysa yanımda.

Birazdan bir bomba sallayacaklar üzerime diyordum, ölüp gideceksin.

İlk anda ölmemeyi düşünüyordum; yaralanmayı, yaralı ve rahat bir ölümü. Ama bir süre sonra, dünyanın dört bir yanında ölen bir sürü devrimciyi düşünüyorsun ve bir an nasılsa rahat bir ölümü düşünmüş olduğun için korkunç bir utanç duyuyorsun kendi kendine.

Bir devrimci nasıl ölmesi gerekiyorsa öyle ölmeli.

Ve daha önce hiç aklıma gelmeyen birtakım anılar geçiyor gözümün önünden.

Bir film gibi ve çok hızlı geçiyor bunlar.

Örneğin çocukluk günlerim gelip geçti gözümün önünden nedense.

Çocukluğum:

Bahçeli bir evimiz vardı. Çiçekler doluydu bahçemizde. Onların, o çiçeklerin arasında koşup oynayışım.

Sonra gözümün önünden gelip geçen şeyler arasında ansızın, bir sevgili. Çok buruk bir duygu bu. Kızın gülüşü, oturuşu, düşünüşü.

Kesin ve çok net görüntüler bunlar. Değişik durumlarda ve öylesine canlı ki. Dipdiri. Karşımda sanki. Renkli bir film gibi. Sen o durumdayken, o anda, onun evinde oluşu, sıcacık bir odada oluşu, belki de neşeli oluşu, gülüyor oluşu...

Bütün bu anımsanan şeylere, kişilere karşı, bütün yaşayanlara karşı o anda içinde küçücük bir kıskançlık duygusu.

Ve birden, ansızın çok gülünç, matrak bir şey de geliveriyor aklıma, gülüyorum.

Daha bir sürü görüntü.

Üniversite günleri.

Beyazıt alanı.

Beyazıt’ın ara sokakları.

Polisle çatışmalar.

Öbür arkadaşlar.

Hani gazetelerde sosyete haberleri, dedikoduları çıkar ya, onlar geliyor aklıma, o dedikodulardaki kişiler.

İşte o zaman ölmemek, yaşamak ve savaşmak isteği. Mücadele etmek isteği. Bunlar yeniden kabarıyor, büyüyor içimde. Savaşmak, mücadele etmek isteği.

Sonra, ölen arkadaşlarım geliyor aklıma. Daha çok Taylan’ı anımsadım orada.

Sonra Filistin’deki çocukları.

Ve -bak- en önemlisi, üniversite kantinlerinde, özellikle Siyasal Bilgiler Fakültesi kantininde filan “halk savaşı” üzerine tartışmaları, sıcacık çaylarını yudumlayarak tartışanları geçirdim kafamdan.

Gülünç geliyor bütün bunlar sana ve alabildiğine hüzünleniyorsun.

Canın sıkılıyor.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://ata-genc.yetkin-forum.com
 
Deniz Gezmiş Anlatıyor - Kısım 2
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
ATA-GENÇ :: DEVRİMCİ BİLGİLER :: Deniz Gezmiş-
Buraya geçin: