ATA-GENÇ
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

ATA-GENÇ


 
AnasayfaPortalGaleriAramaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 ATEŞ MANİSA'YA DÜŞTÜ 1

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
devran

devran


Kadın
Mesaj Sayısı : 425
Yaş : 34
Nerden : istanbuldan
Kayıt tarihi : 24/01/08

ATEŞ MANİSA'YA DÜŞTÜ 1 Empty
MesajKonu: ATEŞ MANİSA'YA DÜŞTÜ 1   ATEŞ MANİSA'YA DÜŞTÜ 1 Icon_minitimePtsi Mart 03 2008, 15:29

Sesi tüm dünyadan duyulan Manisalı gençlere işkence davası 1996'ya girmeden dört gün önce polis baskınıyla başladı. Annesi evde arama yapan polise soruyordu: Ne oluyor? Siz kimsiniz? Gecenin üç buçuğunda neden arıyorsunuz evimi?
Kollarına iki sivil polis girdi. Hava çok soğuk olduğu için kardeşi deri ceketini ona verdi. Polisler kırdıkları kapıdan çıkıp onu beyaz bir Renault'ya bindirdi. Araçtan annesinin sapsarı kesilmiş yüzünü görünce çaresizlik içinde 'Üzülme' diyebild
HÜSEYİN KORKUT

BAŞLARKEN
Manisalı 16 genç, 26 Aralık 1995 gecesi, bir vagona 'Paralı eğitime hayır' yazdığı gerekçesiyle evleri basılarak gözaltına alındı. Ağır işkenceden geçirilen gençler duvarlara yazı yazmak, bildiri dağıtmak, molotofkokteyli atmak, gizli örgüte üye olmakla suçlanıyordu. Aileler savcılık izniyle gördükleri çocuklarının işkence gördüğünü anlayarak kamuoyunu harekete geçirdi.
O dönem CHP milletvekili olan Sabri Ergül ile aileler ortak bir basın toplantısı yaparak görevli polisler hakkında suç duyurusunda bulundu. 14 Haziran 1996'da Manisa Cumhuriyet Savcılığı, gençlerin soruşturmasını yürüten 10 polis hakkında işkence yapmaktan dava açtı. 16 Ocak 1997'de İzmir DGM, dokuzuncu duruşmasında beş sanık hakkında beraat, 10 sanık hakkında da 2.5 yıl ile 12.5 yıl arasında değişen hapis cezaları verdi.
14 Mart 1997, Manisalı gençler 'izinsiz yazı yazmak' suçundan Manisa Sulh Ceza Mahkemesi'nde beraat etti. 20 Ocak 1998'de Yargıtay, İzmir DGM'nin kararını, polislere karşı açılan dava sonucuyla sulh ve ağır ceza mahkemelerinde eylemlere ilişkin açılan davaların sonuçlarını beklemeden ve göz önüne almadan eksik inceleme yaparak karar verdiği için bozdu.
15 Ekim 2000'de sanık polisler toplam 85 yıl hapis cezasına çarptırıldı. 28 Ekim 2000'de İzmir DGM Manisalı gençlerin ifadelerinin işkence altında alınması ve başka bir kanıt bulunmaması nedeniyle beraatlarına karar verdi.
Çocuk yaşta insanlık ayıbına uğrayan o gençler artık yetişkin. Gözaltına alındığında Karadeniz Teknik Üniversitesi Elektronik Bölümü 2. sınıf öğrencisi olan Hüseyin Korkut, üç yıl üç ay tutuklu kaldı. Okulunu bitiremedi. Uzun yıllar, yaşadığı ağır travmanın etkileri yüzünden tedavi gördü, ilaçlarla yaşamak zorunda kaldı. Korkut, kendisine yapılan işkenceyi, yaşadıklarını, tedavi sürecinin bir parçası olarak romanlaştırdı. İnsanlık onuruna yönelik bu saldırının mağdurlarından Korkut'un kaleme aldığı romandan bir bölümü, sekiz yıldan fazla süren davayı yakından takip eden Radikal dizi olarak sunuyor.

Çamurlu hendeklerin içerisinden, lodosa tutulmuş takalar gibi çalkalana çalkalana geçti arabalar... Muradiye kasabasının başıboş köpekleri bu beklenmedik gürültüden rahatsız olup arabaların arkasından uluyarak koşuşmaya başladılar.
Az sonra sesi ilk duyulan araba, kocaman bahçeli bir evin önünde büyük bir gürültü çıkararak durdu. Ardından da diğerleri...
Arabaların durdukları bu yer, kasabanın merkezinde sayılırdı. Kerpiç evlerin basma perdeleri bir bir aralanıyor, uykulu ve meraklı gözler, sokaktaki kocaman bahçeli evin önünde park eden arabaları ve arabalardan inen adamları izliyorlardı.
Anlaşılan adamların arasında ast-üst ilişkisi vardı ve paltolu adam diğerlerinin üstüydü. Çünkü kısa boylu adam paltolu adamla, hiçbir kelimede kusur etmemeye çalışarak konuşuyordu; "Kesinlikle bir yanlışlık yok efendim. Burası aradığımız şahsın evi! Bakın "dedi elindeki kâğıtları göstererek. "İşte tamam, burada. Bakın!" dedi yine kâğıtları işaret ederek, "Çetinkaya Alilesi'nin evi, mahalle, sokak ve kapı numaraları: 5."


'Gitme Eğitim-Sen'e!'
Bu olaydan bir gün önce, şehrin büyük parklarında bulunan kahvehanelerinin birinde, masa başında iki kişi kafa kafaya vermiş, eski dostlar gibi samimi, bir yandan çaylarını yudumluyorlar, bir yandan da akıcı, ama endişe kokan bir konuşmaya başlıyorlardı.
Hikmet Bey nedense konuya bir türlü giremiyor, lafı habire dolaştırıyordu. Arada önemsiz birkaç şey söyledi ve nihayet konuya girdi. "Ertuğrul, bilirsin seni oğlum gibi severim; çalışkan, terbiyeli ve ağırbaşlı bir çocuksun. Onun için şimdi anlatacaklarımı iyi dinleyeceğini ve yabana atmayacağını biliyorum. Seni uzun zamandır Eğitim-Sen'e giderken görüyorum. Kitapları sevdiğini biliyorum, eğer oraya sırf kitap okumak için gidiyorsan boşuna. Sen de biliyorsun ki bizim kütüphanede daha çok kitap var. Sana yetmez mi? Ben oraya gitmeni istemiyorum; vardır bir bildiğim, bana güven!''


'Olan biteni yarın öğrenirim'
Bu sohbet neredeyse akşama kadar devam etti. Biraz sonra iki dost vedalaşarak farklı yönlere doğru uzaklaştılar.
Ertuğrul yolda yürürken bir yandan eve gitmeyi, bir yandan da ne olup bittiğini öğrenmek için Eğitim-Sen'e gitmeyi düşünüyordu... Ama vakit iyice geç olmuş, karanlık bastırmıştı. Eve gitme fikri daha ağır bastı:
''Hem zaten Eğitim-Sen bu saatte açık olmaz, çoktan kapanmış olmalı. Yarın gelir, öğrenirim olup biteni...'' diye düşündü.


Yılbaşına dört gün vardı
Olacaklardan habersiz durağa geldi, bir süre bekledikten sonra ilk gelen otobüsle Muradiye'ye doğru yola çıktı.
Ertuğrul ve ailesi için gayet sıradan bir akşamdı. Yılbaşına dört gün kalmıştı ama yine de evde özel bir hazırlık yoktu.
Ertuğrul'un ağabeyi Mustafa gelince yemeğe oturdular. Mustafa, boya-dekorasyon işleri yapıyordu. Yemekte işinden bahsetti, Ertuğrul da bulduğu işi anlattı. Gündelik, sıradan şeyler konuştular. Bu sıradan akşam yemeğinden sonra, gecenin ilerleyen saatlerinde, Çetinkaya ailesinin başına hiç de sıradan olmayan ve muhtemel ki hayatlarının sonuna kadar unutamayacakları bir dizi olay gelecekti.


'Ağlama anne!'
26 Aralık 1995 gecesi hava o kadar soğuk tuki genelde soğuğa alışkın köpekler bile kuytu köşelere sinmiş, ısınabilmek için yılan gibi dönerek burunlarını kuyruk altlarına sokmuşlardı. Büyük bahçeli evin köpeği de yıkık dökük bir duvarın köşesinde diğerleri gibi kıvrılmış, arada bir uzaklardan gelen seslere kulaklarını dikiyor, sonra yine gözlerini kapatıp uyukluyordu.
Grup içindekilerden köpeği ilk fark eden, önden yürüyen bir jandarma eri oldu. Jandarma hiç beklemediği anda karşısına çıkan bu dik kulaklı, sivri dişli kurt kırığı karşısında paniğe kapıldı. Jandarma eri ve köpek, bir süre, ilk hamlenin karşı taraftan gelmesini bekler gibi durdular. Şaşkınlığını üzerinden atan jandarma, omzundan hızla indirdiği G-3 tüfeğinin demir dipçiğiyle, köpeğin ağzına vurunca köpek can havliyle jandarmanın üzerine atıldı. Jandarma bu kez daha sert ve gelişigüzel vurmaya başladı. Arkadan gelen başka bir jandarma eri de köpeği dipçiklemeye başlayınca, hayvan acı içinde inleyerek uzaklaştı.


'Vakit iyice geç olsun'
Kirli, gri paltolu adam yanındaki başçavuşa alçak sesle: ''Biraz daha bekleyelim, vakit iyice geç olsun. Böylesi daha iyi!'' dedi. Artık ortalıkta, uğursuz baykuşların saçak altlarından gelen çığlıkları dışında hiç ses kalmamıştı. Sivil polisler ve jandarmalar, bahçe içindeki evin önünde bir süre daha beklediler. Oysa tüm kasaba gibi bu ev halkı da olacaklardan habersiz derin bir 'uykudaydı'!...


****** resimli ev
İçlerinde koca burunlu, çatık kaşlı, orta yaşlarda olan sivil polis; elindeki kalaşnikofun namlusuyla kapıyı itti. Kapı kilitli olmadığından sessizce ardına kadar açıldı. Gece lambasının ışığı adamın yüzüne vuruyordu. Loş ışıkta bile odanın içi net bir biçimde görülüyordu. Pencere tarafındaki sedirin üstünde yaşlı, orta boylu, beyaz tenli bir kadın yatıyordu. Kadının ağzı açıktı, kolları iki yana düşmüştü. Zemindeki yer yataklarında da iki genç delikanlı yatıyordu. Yatanlardan biri Ertuğrul, diğeri ağabeyi Mustafa'ydı. Oda kapısının tam karşısındaki duvarda dandanlı bir saat, onun hemen yanında iki tane yavru kedinin olduğu tablonun her iki yanında, Ertuğrul'un ortaokul ve lisede aldığı takdirnameler asılıydı. Diğer duvarın önündeyse, yaklaşık elli-altmış yıllık işlemeli ceviz bir aynalı konsol vardı. Konsolun üzerinde de duvarda asılı büyük bir ****** portresi...
Sivil polislerden genç ve aşağıya sarkık bıyıklı olanı, gözlerini odada şöyle bir gezdirdi. Böyle bir manzarayla karşılaşacağını hiç ummazmış gibi yerde yatanlara bakıyordu.


'Polis!' diye bağırdı
Her şeyin kontrolleri altında olduğunu düşününce iyice rahatladı.
Gözlerini odada son bir kez daha gezdirdi. Tecrübesine dayanarak her şeyden emin olmak istiyordu sanki!... Operasyonu yönetmenin ve tecrübesinin verdiği güvenle arkadaşlarına dönerek 'evet' anlamında başını oynattı. Ardından genç bedenine uymayan kalın ve gür sesiyle, "Polis!..." diye bağırdı.
Ses önce mavi badanalı kerpiç duvarlarda, ardından aynalı konsolun üzerinde yankılandı. Sesi ilk duyan Sefide Hanım oldu. Ama sesi öylesine derinden duyuyordu ki yorgun bedeni hiçbir tepki göstermedi. Belki de rüya sandı. Hırıltısı bıçak keser gibi kesildi ve hafifçe sağına döndü. Sobada kalan birkaç köz parçası kerpiç odayı hamam gibi ısıtıyordu. Sefide Hanım'ın alnı boncuk boncuk terledi. Yorgun kollarını yastığının üzerinde birleştirdi. Yumulu gözlerinin kıpırtısından rüya gördüğü ve derin bir uykuda olduğu anlaşılıyordu.


'Allahım!.. Sen yardımcımız ol'
Yeniden "Polis!..." sesini duyunca, bu sesin rüya olmadığını anlayarak irkildi. Uykulu gözlerini araladı. Karşısında tanımadığı o adamları gördü. İlk fark ettiği şey, ellerindeki silahlardı! O an yüreği titredi! Neredeyse burun buruna olduğu kalaşnikofun namlusu yüreğinin titreyişlerini arttırıyor, canı ayaklarından yukarı doğru çekiliyordu! Artık odanın sıcaklığı bedenini ısıtmıyordu. Kanı çekildi, gözünün önüne pek çok şey geldi gitti. İki gün önce gördüğü, içinin çokça sıkılmasına sebep olan rüyasını anımsadı.
'İşte şimdi galiba rüyam gerçek oluyor' diye düşünürken dualar mırıldanıyordu: "Allahım!... Sen bizim yardımcımız ol..."


'Ertuğrul bu mu?'
Ne olduğunu anlamaya çalışan yaşlı kadının şaşkınlığı, bıyıkları sarkık sivil polisin hoşuna gidiyordu sanki. Yer yatağında yatan Ertuğrul'u göstererek: "Ertuğrul Çetinkaya bu mu?" diye sordu. Bu ses yaşlı kadına öyle emredici, öyle kaba, öyle korkunç geldi ki yüreğindeki tüm sevgi ile ve korkuyla oğluna baktı. İçinde bir şeyler parçalandı o an!
"Ne oluyor? Siz kimsiniz? Neden soruyorsunuz oğlumu? Gecenin üç buçuğunda neden arıyorsunuz evimi? Biz ne yaptık? Bu silahlar ne? Yanlış yere mi geldiniz?"
Art arda gelen bu soruları karşısındakilere soruyordu, ama cevaplarını aslında kendisi arıyordu! Sefide Hanım'ın dizlerinin bağı çözüldü... Kendini tutamayıp az kalsın yere düşecekti ki sedire zor dayandı ve sonunda oracığa öylece yığılıp kaldı. Bu, yaşlı bedenin yılların acılarına ve son yaşananlara isyanıydı!...


'Hadi kalk!'
Ertuğrul annesiyle göz göze geldi. Sefide Hanım donuk donuk bakıyordu. Ertuğrul hiçbir şey söyleyemedi.
Bu manzarayı, gri paltolu komiserin diğer polislere: "Arama tamamlandıysa gidelim" emri bozdu. Bu emrin ardından komiser, Ertuğrul'a döndü: "Ertuğrul, sen de bizimle geliyorsun, hadi kalk!"
Ertuğrul'un kollarına iki sivil polis girdi. Hava çok soğuk olduğu için Mustafa kendi deri ceketini kardeşine verdi. Verdi ki Ertuğrul sabaha kadar Emniyet'te üşümesindi!
Polisler kırdıkları kapıdan çıktılar. Ertuğrul'un önünde duran beyaz Renault'ya önce sağ kolundan tutan polis bindi. Sıra Ertuğrul'a geldiğinde, önce gözleri annesini aradı. Onun sapsarı kesilmiş yüzünü görünce çaresizlik içinde ancak "Üzülme anne..." diyebildi.


'Çığlık sessizliği yırttı'
Ağlamamak için hızla arabaya bindi. Polislere bu zevki tattırmak, ailesini ise daha fazla üzmek istemiyordu. Arabalar hızla karanlıkta kaybolurken, Sefide Hanım sessiz geceyi çığlıklarıyla yırttı. Bir süre sonra arabalar, sesleri hiç duyulmayacak kadar uzaklaştıklarında kasabadaki tek ses Sefide Hanım'ın feryadıydı...Tek tesellisi vardı artık: Yarın nasıl olsa Ertuğrul gelecekti!


En son devran tarafından Ptsi Mart 03 2008, 15:37 tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
devran

devran


Kadın
Mesaj Sayısı : 425
Yaş : 34
Nerden : istanbuldan
Kayıt tarihi : 24/01/08

ATEŞ MANİSA'YA DÜŞTÜ 1 Empty
MesajKonu: Geri: ATEŞ MANİSA'YA DÜŞTÜ 1   ATEŞ MANİSA'YA DÜŞTÜ 1 Icon_minitimePtsi Mart 03 2008, 15:34

ATEŞ MANİSA'YA DÜŞTÜ - 2
Evinden alındıktan sonra gece yarısı Manisa Emniyet Müdürlüğü'ne götürüldü. Sorguya aldılar. Mehter müziği çalıyordu. Gözleri bağlandı. Soyunmasını istediler. Vücuduna soğuk bir sıvı döktüler. Titrerken elekrik vermeye başladılar. Bağırışı yankılanırken müziğin sesi açıldı
HÜSEYİN KORKUT
Bir süre sonra şehrin ışıkları göründü. Arabalar Manisa Endüstri Meslek Lisesi'nin tam karşısındaki Manisa Emniyet Müdürlüğü'nün önünde durdu.
Ertuğrul, göğsünü yırtarcasına iç çekti. Mezun olduğu okulun karşısına böyle elleri bağlı, bir suçluymuş gibi getirileceği hiçbir zaman aklına gelmemişti. Sanki o anda öğretmenlerinin karşısındaydı. Sanki inkılâp tarihi hocası Ahmet Tülu'nun karşısındaydı. Ertuğrul kendini, tam bir ******çü olan hocasının önünde düşününce, suçluymuşçasına utandı. Ama bu utancı uzun sürmedi. Çünkü nasıl olsa hocası Ahmet bey onu en sonunda anlayacak, suçsuz olduğunu öğrenecekti.
Mehter müziği
Sivil polisler yeniden Ertuğrul'un iki koluna girerek Emniyet Müdürlüğü'nün merdivenlerini hızlı adımlarla çıktılar. Giriş kapısındaki resmi üniformalı nöbetçi polis memuru Ertuğrul'a tiksintiyle bakarak kapıyı açtı. Ertuğrul ve diğerleri giriş kapısında fazla durmadan asansöre bindiler ve binanın dördüncü katına çıktılar. Onları dördüncü katın kapısında gür kıvırcık saçlı, iri cüsseli biri bekliyordu.
Elleri arkadan bağlı olan Ertuğrul'un yüzünü sert bir hareketle duvara döndürdü. Ertuğrul yolda yediği sert yumruklarla epeyce hırpalandığından, bu sert harekete hiç direnç gösteremeyip kafasını duvara çarptı. İri gövdeli sivil hiç aldırış etmeden Ertuğrul'un gözlerine siyah bir bez parçası bağlamak istedi. Ertuğrul adamın bu bez parçasını gözlerine bağlamak istemesine bir anlam veremedi: "Burada ifadem alınmayacak mıydı? Evde öyle söylememişler miydi? Peki, bu bez de ne oluyor? Ben ne yaptım ki?"
'Bak sen o...çocuğuna...!'
Ertuğrul, gözlerine bağlamaya çalıştıkları bezi çıkarmak istedi. Bu, o ana kadar polise ilk direnmesiydi! Bunun üzerine sivil, Ertuğrul'un boşluklarına koca göbeğini gererek bir-iki yumruk patlattı ve Ertuğrul'un arkadan bağlanmış sol kolunu kıvırdı. Diş gıcırtıları arasından söylendi:
"Bak sen o... çocuğuna... Demek direniyorsun ha!... Boşuna direnme aslanım, burada efelik sökmez! Sen buranın neresi olduğunu biliyor musun lan piç!"
Ertuğrul konuşmuyordu. Polis yanıt alamayınca, Ertuğrul'u saçlarından tuttu ve kafasını bu kez de duvarda asılı duran teneke levhaya çarptı. Kısa bir süre bekledikten sonra iri cüsseli, kıvırcık, gür saçlı sivil polis siyah bez parçasını biraz gevşetip alnına doğru kaldırdı. Etrafı görmemesi için başını öğe doğru eğdi ve küfretmeye başladı: "Okusana... okusana lan g... s....min piçi!"
Terörle Mücadele Şubesi'
Ağzından güç bela "Okudum" lafı çıkabildi. Bunu, kafasını duvardaki teneke levhaya çarpan sivil polis de duymuştu, ama beklediği bu değilmiş gibi gülerek "Anlamadım" dedi. Yüzünde ve ses tonunda sahte bir yumuşama belirdi. Alaylı bir dille, az önce söylediğini yeniden tekrarladı:
"Anlamadııımmm... Bir şey mi dedin tatlı çocuk!"
Polis, 'tatlı çocuk' deyişi ve sırıtışıyla, Ertuğrul'a arpası önünden alınmış bir beygiri anımsattı.
Sivil polisin gülmesi bir anda kesildi ve "Sesli oku lan!" diye kükredi. Ertuğrul bu kez dediğini yaptı ve kesik kesik sesli okudu: "Terörle Mücadele Şubesi."
Sivil polis bu cevaptan sonra çok önemli bir iş başarmışçasına, havayı ciğerlerine doldurup göğsünü şişirdi. Siyah bez parçasını, Ertuğrul'un gözlerine sıkıca bağladı ve yanlardan dışarıyı görmemesi için bezle göz arasına pamuk sıkıştırdı. Gerçekten zifiri bir karanlıktaydı şimdi Ertuğrul ve gözlerine hiçbir yerden ışık gelmiyordu.
"Çabuk öğreniyorsun" dedi sivil polis, az önceki alaycı tavrıyla. Sonra onu arkasından içeri itti. Ertuğrul bir yerlere çarpma endişesiyle, bastığı yeri göremeden, yalpalayarak içeriye doğru yürüdü.
'Oyun oynamıyoruz'
Ertuğrul, arkasından itekleyen polisle birlikte bir masanın önünde durakladı. Gözleri bezle bağlı olduğu için göremediği, ama sesini duyduğu biri, ona bir şey söylüyordu: "Adın? Soyadın? Doğum yeri ve yılı?..."
Ertuğrul bu sorulara cevap verdikten sonra aynı ses, bu kez emredici bir şekilde: "Ceplerindekilerle birlikte saatini, kemerini, varsa ayakkabı bağını, yüzük, kolye, künyekısacası takılarının hepsini bir de şu cebindeki kalemi... Çıkar hepsini... Hadi çabuk ol sallanma! Burada oyun oynamıyoruz!"
Ertuğrul'un gözbağı az önce imza atarken gevşetildiğinden, gözlerine bir parça da olsa ışık girebilmişti. Hatta başı şimdi yere doğru eğik olduğu için ayakkabılarını bile görebiliyordu.
Mehter müziği
Bir ara mehter müziği dışında başka sesler de geldi kulaklarına. Yanılmış olmamak için bir süre kulak kabartıp dinledi... Yanılmamıştı. Meraklandı. Başını biraz yukarı kaldırdı; az ötesinde, ıslak betonun üzerinde çıplak ayaklar gördü. Korkuyla yutkunarak başını biraz daha yukarı kaldırdı. Gördükleri karşısında vücudu titredi, gözlerine inanamadı. Tam karşısında, ilk kez gördüğü birinin çırılçıplak bedeni duruyordu. Karşısındaki genç beden on altı-on yedi yaşlarında ve sırılsıklamdı; vücudundan sular damlıyordu. Soğuktan her yeri mosmor kesilmişti. Bir yandan titriyor, bir yandan zıplıyordu. Ertuğrul'un, gördükleri karşısında dili tutulmuştu. Karşısındakinin baldırlarına gitti gözleri, çizgiler halindeki yeşil morluklar, ayak bileklerindeki koyu kahverengi lekelerle aynı görünmüyordu. Gözlerini, utana sıkıla baldırlardan yukarıya kaldırdı. Şimdi tam önünü görüyordu. Daha fazla bakamadı, utancından kızardı. Gözlerini aniden aşağıya, ıslak betona indirdi, daha fazlasını görmek istemiyordu!
Soyun!'
Kendilerine doğru yaklaşan birilerinin yüksek sesle konuştuklarını, mehter müziğinin gürültüsü içinde ancak duyabildi.
''Tamam bu hazır!...'' dedi biri diğerine, Ertuğrul'un omzundan tutarak... Ertuğrul bu sesi tanıyordu; buraya ilk geldiğinde kapıda onları karşılayan ve kafasını tenekeye çarpan kişiydi. Aynı ses bu kez emredercesine: ''Ayağa kalk!...'' dedi.
Ertuğrul daha ayağa kalkmadan, polis kollarından tutup kaldırdı ve iteleyerek başka bir odaya götürdü.
Mehter müziğinin sesi odaya artık daha derinden geliyordu. İçlerinden biri, Ertuğrul'un kulağına sokuldu ve "Soyun!" diye bağırdı.
'Ulan Allahsızlar!'
Üç yıl önce izleyemediği, ama çokça eleştirilerini okuduğu 'Geceyarısı Ekspresi' filminin yönetmenine kızmıştı, "Türkiye ve Türk düşmanı" diye. O ana kadar filmin sadece Türkiye'yi karalamak için yapıldığını düşünüyordu. Oysa şimdi kendisi gözaltındaydı, üstelik bir yabancı değil, Türk vatandaşı olarak... Demek ki!..
"Pis komünist, şu kıllara bak" diyerek küfür etmeye başladı. Bir başkası: "Oğlum ne kapatıyorsun s... ni? Aynısı bizde de yok mu?" diyerek gülmeye devam etti.
"Bize utanıyormuş numaraları yapmayı bırak çocuk! Biz sizin ne mal olduğunuzu biliriz!" dedi bir başka ses ve kahkahalar bu kez öfkeye dönüştü: "Hem ulan Allahsızlar! Siz utanmayı ne zaman öğrendiniz ki?"
'Bu düpedüz işkence'
"Bırak şunla muhabbeti de işimize bakalım!" dedi bir diğer ses. "İş mi!" diye düşündü Ertuğrul. "Bu düpedüz işkence... Lanet olsun! Ben neredeyim?... Burası neresi?... Ben hangi ülkedeyim?..."
Ertuğrul'un elleri hâlâ cinsel organının üzerindeydi. Sivillerden biri, cinsel organının üzerindeki ellerinin üzerine sert bir metal çubukla vurarak: "Çek ulan ellerini s...nin üzerinden" diye bağırdı.

* * * * *
Karakolda akla gelen 'Geceyarısı Ekspresi'
Roman kahramanı Ertuğrul'un karakolda aklına gelen film 'Geceyarısı Ekspresi' 1975 yılında İmralı Cezaevi'nden kaçan William 'Billy' Hayes'in otobiyografik kitabının ismiydi. Kitabı Oliver Stone senaryolaştırdı. Yönetmenliğini Alan Parker'ın yaptığı filmin çekimleri 1978'de bitti. Aynı yıl gösterime giren film uyuşturucu kaçakçılığından mahkûm bir ABD'linin Türk hapishanelerinde gördüğü işkenceyi konu alıyordu. Gösterime girmeden önce Türkiye tarafından protesto edilen 'Geceyarısı Ekspresi' 1979 Akademi Ödülleri'ne altı dalda aday oldu. En iyi özgün müzik dalında Giorgio Moroder ve en iyi uyarlama senaryo dalında Oliver Stone Oscar kazandı. Filmin gerçek kahramanı Hayes daha sonra başından geçen olayların filmin senaristleri tarafından abartıldığını söyledi.

* * * * *
Bir milletvekili işkenceye tanık oluyor
Dönemin İzmir Milletvekili Sabri Ergül, Manisalı gençlerin kamuoyunun gündemine gelmesinde büyük rol oynadı.
Sabri bey ve Safiye hanım içerideki çocukların işkence gördüğünü zaten biliyorlardı! Ancak çocukların ailelerine henüz bunu anlatmak; Emniyet Müdürlüğü'nün dördüncü katında gördüklerini şimdi tüm çıplaklığı ile onlarla paylaşmak, aileleri perişan etmek istemiyorlardı. Basın yoluyla anlatacaktı görüşlerini. Bazı aileler olayın daha da büyümesini çocuklarının isimlerinin basın ve TV'ler yoluyla duyurulmasını istemiyor, hatta çocuklarının bırakılacağını düşünüyorlardı. Ancak olaylar öyle gelişeceğe benzemiyordu.
İzmir'den Manisa'ya geldikleri gece Safiye hanım ve Sabri bey Emniyet Müdürlüğü'nün karşısında arabalarının içinde beklerken bir çocuğun bir Renault'ya bindirildiğini gördüler. Hemen beyaz Renault'yu takibe aldılar.
Araba yönünü Manisa Devlet Hastanesi'ne çevirdi ve Manisa Devlet Hastanesi Acil Servisi'nde durdu.
Gencin ellerinde kelepçe yoktu. Yorgun ve korkunç görünüyor, titriyordu. Sabri bey hızlı adımlarla gence yaklaştı ve "Sen içeride işkence mi gördün evladım?" diye sordu. Genç çocuk, bu tanımadığı adama hiçbir şey söyleyemedi. Sabri beye bakıyor, ama onu görmüyor gibiydi. Sabri bey onun kör olabileceğini düşündü. Genci hastane içinde bir odaya götürdüler. İki sivil polis gencin kollarından tutarak odaya girmişlerdi ve dışarı çıkmıyorlardı. Arkalarında kalan Sabri bey sinirlendi, içeriye girip kendini kadın doktora tanıttıktan sonra polislerin dışarıya çıkarılması gerektiğini söyledi.
Sabri bey gence yaklaşarak şunları söyledi. "Bak evladım, ben İzmir Milletvekiliyim. Gözaltında sana ya da başka arkadaşlarına kötü muamele veya işkence yapıyorlar mı?
Beni görmüyor olabilirsin, ama cevap ver lütfen." Genç, adamın yüzüne baktı. Bir şeyler söylemek istedi, ama sonradan vazgeçti. "Ya sen de o 'iyi' polislerden birisiysen" diye düşündü; "İzmir Milletvekili olduğunu nereden bileyim senin?"

* * * * *
İşkence altında çığlık atarken odadan kahkaha yükseliyordu
Sanki vücudunun her noktasına ısırgan otu sürülüyor, milyonlarca akrep tarafından sokuluyordu
Ertuğrul'un başından başlayarak bütün vücuduna soğuk bir sıvı döktüler. Ertuğrul'un vücudu korkuyla kasıldı. Kıpırdamaya, sağa sola hareket etmeye çalıştıysa da başaramadı. Mengene gibi sımsıkı tutuyorlardı. Vücuduna dökülen sıvı asit değildi; çünkü ne bir yanma hissi vardı ne de adamın söylediği gibi etleri parça parça dökülmüştü. Sadece soğuktan titriyor ve korkuyordu...
Ertuğrul'un kötünün kötüsünün asıl bundan sonra başlayacağını öğrenmesi uzun sürmedi!
Sağ ayak başparmağına bir şeyler bağladılar ve ardından vücuduna bir metal parçası değdirildi. Metal göğsüne, göbeğine, kasıklarına, dizkapaklarına ve oradan ayaklarına kadar vücudunun her tarafında ayrı ayrı gezdiriliyordu. Bu metal parçası vücuduna her değdiğinde, kor bir ateş parçası değmiş gibi titreyerek kasılıyor, vücudu olduğu yerde zıplıyordu. Ertuğrul'un boğazını yırtarcasına bağırışlarına, adamların kahkahalarıyla küfürleri karışıyordu.
Ertuğrul'un bedeninde hissettiği bu acı öyle bir acıydı ki yukarı aşağı sıçrayan iri bedenini dört-beş kişi zar zor tutabiliyordu. Sanki vücudunun her noktasına ısırgan otları sürülüyor ya da teninde dolaşan milyonlarca akrep tarafından sokuluyordu!
Hele bir de yüzüne değmesi yok muydu o metal çubuğun!... Beyni oyuluyordu!... Yüzü bir felçlinin yüzü gibi kasılıyordu. Yapabildiği tek şey bağırmaktı. O bağırdıkça mehter müziğinin sesi daha da yükseliyordu.
Ölümü düşünmek
Bir ara soğuk metal çubuk meme uçlarına değdirildiğinde, soluk alıp vermesinin zorlaştığını hissetti. Ayaklarını hissetmiyordu. Telaşlandı ve parmaklarını oynatmaya çalıştı. Ama başaramadı! Metal çubuk bu kez penisine değdirildi. Bedeni çıldırmışçasına birkaç kez yukarıya fırladı. O an ilk kez öleceğini düşündü.
Ona çok uzun gelen, ama aslında kısa bir zaman geçti. İşkence seansının bittiğini sandı.
Bu yanılması, kadifemsi bir bez parçasının cinsel organına ve hayalarına değdiği ana kadar sürdü.
Bezi göremiyor, ama cinsel organında hissediyor ve ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Gücünün kalan son damlasıyla kıpırdanmaya, sağa sola yuvarlanmaya çalıştı... Yararı olmadı! Cinsel bölgesinde duran bez hayalarını sıkmaya başladı. Bir ara hayalarının patladığını sandı. Sanki binlerce suyolu bir anda bacaklarının arasından akmıştı! Korkusu şimdi daha da büyümüştü. 'Acaba erkekliğim mi gitti?' diye düşündü. Hayalarını sıkan adamın yüzünü tekrar gördü. Adam hırsından ve ona duyduğu anlamsız kinden alt dudağını ısırıyor, deyim yerindeyse hayalarını 'yoğuruyordu'.
Bu, insanın insana neler yapabileceğinin en korkunç tecrübesi oldu Ertuğrul için!... Dayanılmaz bir acıyla öyle bir çığlık attı ki sesi dışarıdan duyuldu. Son kez hayalarına elektrik verilmişti.
Pelte gibi
Ne kadar zaman geçtiğini, ne olduğunu anlamaya çalışırken kendini bir banyoda buldu. Ayağa kalkmaya çalışıyordu ki yukarıdan tepesine soğuk ve tazyikli su boşaldı. Nefes alamıyordu. Yaşadığı termal şokun etkisiyle, boğazı ardı ardına kasıldı ve kontrolü dışında hıçkırmaya başladı. Tüm bedeni zangır-zangır titriyordu. Kasılmaları, tepesine boşalan soğuk suyun durmasıyla kesildi. Boğuluyor gibiydi... Ayakuçlarından başlayan, tüm vücudunu santim-santim saran tatlı bir uyuşukluk ve sıcaklık, bütün ağrılarını bıçak keser gibi kesti. Uyuşma başına kadar ulaştığında, gözkapakları usulca kapandı ve pelte gibi titreyen bedeni olduğu yere yığılıp kaldı. Banyonun karşısındaki hücrede bulunan biri, bu sesleri duyunca parmaklıklardan banyoya doğru baktı. Baygın genci gördü. 'Bana yapılan işkenceden daha fazlası mı yapıldı acaba?' diye düşündü. O anda koridorun sonundaki kapının açıldığını duyar duymaz, hücre kapısından geri çekildi.
"Ne oluyor? Nesi var bunun?"
Bu soruya, oldukça rahat bir karşılık geldi: "Bilmiyorum Toprak..."
"Sorgu odasından sonra buraya getirmemizle yığılması bir oldu!"
Bunu söyleyen adam o kadar sıradan ve o kadar rahat konuşuyordu ki soruları soran adam da aynı rahatlıkla: "Önemli bir şeyi yok" dedi. Bunu, Ertuğrul'un bileklerini başparmağıyla yokladıktan sonra söylemişti! Sonra elindeki şişeyi diğerine uzattı. "Şunu burnuna koklatırsanız kendine gelir, birazdan ayılır... Sadece bayılmış" diyerek hücre kapısından tam ayrılacakken sonradan anımsadığı bir şeyi de ekledi: "Ayılınca mutlaka su içmek isteyecektir, kesinlikle ne olursa olsun vermeyeceksiniz. Yirmi dört saat geçmeden olmaz. Bana kalırsa, o... ç...na hiç vermeyin diyeceğim ama..." bunu dudaklarını büzerek, sinirle söyledi.
"Ha... Sahi bu elektrikten sonra böyle olmuştu değil mi?" diye sordu.
"Evet, ondan sonra bayıldı."
"Tamam, işte onun için söylüyorum. Daha fazla problem olmasın başımıza! Ayılıncaya kadar da biriniz hücrenin önünde kalın, arada şu pamukla şişedekinden koklatın, ayılınca haber verin. Hadi size kolay gelsin!..."
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
devran

devran


Kadın
Mesaj Sayısı : 425
Yaş : 34
Nerden : istanbuldan
Kayıt tarihi : 24/01/08

ATEŞ MANİSA'YA DÜŞTÜ 1 Empty
MesajKonu: Geri: ATEŞ MANİSA'YA DÜŞTÜ 1   ATEŞ MANİSA'YA DÜŞTÜ 1 Icon_minitimePtsi Mart 03 2008, 15:36

ATEŞ MANİSA'YA DÜŞTÜ - 3
Bir ses 'Paralı Eğitime Hayır' yazısını neyle yazdıklarını sordu. Saymaya başladı: 'Kireçle, kalemle, kurukalemle, mürekkeple...' Saymaya devam edecekti ki 'Oğlum pastel kalemle yazdınız niye hatırlamıyor numarası yapıyorsun?' dedile
HÜSEYİN KORKUT

Ertuğrul ayakta zor duruyordu, siviller yine koluna girerek arabaya bindirdi. Bu kez onları takip eden Sabri Bey'in arabasını atlatmayı başararak genci Manisa Akıl ve Ruh Sağlığı Hastanesi'ne götürdüler.
Acil serviste, Ertuğrul'un gözaltında bayıldığını, burada bir şeyler yapıp yapamayacaklarını sordular. Nöbetçi doktor, hastanın 'çok korktuğunu ve kült durumuna geldiğini, şimdilik ancak sakinleştirici verebileceğini' söyleyerek kalçasından iğne vurdu.
İki sivil polis genci kollarına girerek arabaya bindirdi. Arabanın önünde oturan, ama arabayı kullanmayan bir sivil, "Bize numara mı yapıyorsun ulan!..." diyerek gencin saçlarını çekti. Araba hastanenin acil servisinden çıkarken içlerinden biri, genç çocuğun başını arkaya çevirerek "Ulan o... ç... piç, o milletvekili bozuntusunu nereden tanıyorsun?" diye sordu tok bir sesle...

'Numaraydı'
Asansörle yukarıya, dördüncü kata çıkarken bir sivil, Ertuğrul'a "Senin bayılman da numaraydı, oğlum burada numara sökmez! Hepinizin sonu aynı
olacak, göreceksin. Bu ülkede sen ve senin gibilerin kökünü kazıyacağız" dedi. Bunları söylerken oldukça öfkeli ve bir o kadar da inançlı görünüyordu. Polisler, yaptıkları bunca şeyi 'ülkeleri' adına yapıyorlardı!
Kaç kız vardı aralarında, kaç erkek, toplam kaç kişiydiler?
Sonra "Zıpla, hadi durma yerinde zıpla!" diye bir ses duydu. Bu Kürşat'ın sesiydi. Siviller aralarında 'Kürşat', 'Toprak' gibi takma isimler kullanıyorlardı... Ertuğrul, "Yine birini elektrikten geçirdiler" diye düşündü.
Aynı korkuyu hissetti. Zaten en acısı, sıranın ne zaman kendisine geleceği düşüncesiydi!
Getirildikten yaklaşık beş saat sonra, "Bu hazırdır!" dedi biri. Bu, tanıdığı bir ses değildi. Neye hazır olduğunu biliyordu: İşkenceye!


'Paralı eğitime hayır ha!'
"Söyleyin bakalım duvarlara 'paralı eğitime hayır' sloganını hanginiz yazdı? Sen yazdın, bu da gözcülük yaptı ya da (Ertuğrul'a dönerek) sen yazdın, diğeri gözcülük yaptı; hangisi doğru" diye sordu.
"Biz yazmadık" diye cılız bir cümle dolaştı, kimden çıktığı belli belirsiz.
Kürşat'ın yanak kasları, kaşları ve ince dudakları sırıtıyor mu, kasılıp sinirleniyor mu ayırt edilemiyor; yarı alaycı, yarı ciddi bir sesle:
"Sen onu geçeceksin. Sen şimdi bize yazıları neyle yazdın, onu söyleyeceksin" diye söyleniyordu.
"Yağlıboyayla" dedi Ertuğrul.. Kürşat bıyıkaltı gülüşünden takındı ve Olmadı" yanıtını verdi.
Ertuğrul'un kafasında 'Nasıl olsa yazmadığımız mahkemede ortaya çıkacak, hiç değilse Zeynep'e daha fazla zarar vermesin bu şerefsizler' düşüncesi dolaştı ve "Plastik boya" dedi. Kürşat "Dalga mı geçiyorsun lan?" diyerek kükredi.
"Kireçle... kalemle... kurukalemle... mürekkeple..."
Ertuğrul bunları sayarken Kürşat'ın 'Hayırı bu da değil' anlamında kaşları yukarıya her kalktığında o an aklına gelenleri daha fazla saymaya devam edecekti ki...
"Tamam, yeter!" dedi Kürşat.
"Oğlum, pastel boya kalemiyle yazmadınız mı? Neden hatırlamıyor numarası yapıyorsunuz?"
"Evet, pastel boya kalemiyle yazdım!"
"Güzel! Peki, tren vagonuna yazıyı neyle yazdınız? Hani şu 'Selin sorumlusu devlettir!' olanı?"
"Pastel boya kalemi..."
Ertuğrul'un verdiği bu cevap ağzından çıktığı anda yanındaki sivil polis bacaklarına copu vurdu. Kürşat, vuran sivil polisin omzuna sağ elini koydu ve "Bir dakika! Genci korkutuyorsun. O yalan söylemiyor! Bak zaten yazmış ama neyle yazdığını hatırlamıyor sadece!" dedi ve Ertuğrul'a dönerek, "Tren vagonuna kiremitle yazdın, doğru mu?" diyerek onaylatmaya çalıştı.
"Evet, kiremitle yazdım!" dedi Ertuğrul.
"Yazdım değil, yazdınız! Başka kimler vardı?"
Kürşat'ın güldüğü artık iyice belli oluyordu.


'Kahrolsun faşizm'
Karanlık köşedeki masadan farklı bir ses de "Onlar şimdi içeriye girecek ve birlikte yaptıklarınızı anlatacaklar, ancak sizin burada olduğunuzu bilmeyecekler, ses çıkartmadan dinleyeceksiniz" dedi.
Kürşat, sorgu odasına giren gençlere sorular yöneltmeye başladı. Gençler, bitkin, saçları dağınık, vücutları sırılsıklam ve elleri cinsel organlarının üzerinde sorulara cevap veriyorlardı.
"Kahrolsun faşizm! kimin sloganı?"
"Benim!"
"Karıştırma! Senin değil tabii, ama sen yazdın!"
"Ben yazdım!"
"Kimin?"
"Sosyalistlerin..."
"Öyle de kim onlar?"
"Biz!..."
"Siz kimsiniz?"
"Arkadaşlar, Manisa'daki arkadaşlarımız..."
"Onu biliyoruz! Siz kimsiniz?"


Zifiri karanlıkta
Karşılıklı konuşma bir süre böyle devam etti. Ertuğrul, Kürşat'ın "Çıkarın bu pis komünisti dışarı!" dediğini duydu. Kınından çıkmış bir bıçak iliklerine kadar saplanmıştı sanki...
Sorgu odasına mı yoksa başka yere mi götürüyorlar bilmiyordu, bilmek de istemiyordu; ne fark ederdi ki? Onun için hiçbir şeyin önemi kalmamıştı artık.
Götürdükleri yer karanlık ve yine tek kişilik hücreydi. Bir duvarında 130 cm boyunda tahta bir kanepe, kanepenin üzerinde nemli ve leş gibi kokan bir battaniye vardı. Demir kapının mazgalı kapanınca Ertuğrul zifiri karanlıkta kalmıştı. Tıpkı içi karanlığa gömüldüğü gibi!...
Ne kadar bitkin ve kafası karışık da olsa uyumak istiyordu; yine aklındaki binbir soruyla bir türlü sığmadığı boyundan kısa kanepeye dizlerini karnına çekerek kıvrıldı.


'Ha gayret!'
Hadi yüreğim ha gayret
Hele sıkı dur hele sabret
Başını eğme dik tut
Bu bir rüyaydı farz et...
Sertap Erener bu şarkıyı muhtemelen bir aşk öyküsü üzerine söylüyordu. Ertuğrul da bu zamana kadar yaşadığı ya da yaşamak istediği 'aşk'ları için dinlemişti. Şimdi kulaklarında bu şarkı vardı, ama rüya farz etmeye çalıştığı 'aşk acısı' değil, işkencenin yakıcılığıydı!...


Mahkemeye
"Hadi herkes uyansın..." dedi sivil polis, elindeki copu mazgallara vurarak...
Ertuğrul işkence evinde de olsa ilk kez uykusunu tam almıştı ve az önce gördüklerinin rüya olduğunu anladı. Derin derin iç çekti. Burada bu işkencehanede on bir gece, on iki gün kalmışlardı ve bu sabah mahkeme önüne çıkarılacaklarını biliyordu. Zaten bu yüzden, dün ve bu gece doğru düzgün uyumalarına izin verilmişti!
Sabahın ilk saatleriydi. Gençleri, elleri önde kelepçeli, zırhlı bir araca sıra- sıra bindirdiler.
Gençlerin hemen hepsi Manisa Adliyesi'ne çıkarılacaklarını düşünüyorlardı. Emniyet binası ile adliye arası yürüyerek bile iki-üç dakikaydı; oysa zırhlı araç on-on beş dakikadır ilerliyordu. Gençler, İzmir'deki DGM'ye götürülüyorlardı. Ertuğrul DGM'ye götürüldüklerini anlayınca, "Devletin güvenliğini sarsacak ne yaptık acaba!" diye düşünmekten kendini alamadı!


'Devletin güvenliğini benim Ertuğrul'um mu bozmuş?'
Ertuğrul'un küçük dayısı Posta ve Yeni Asır gazeteleriyle ablasına gidiyordu. Dayı bu; o da üzülmüştür okuduktan sonra gazeteleri, ama bizim milletimiz koyun gibidir. Korkar; olayın kendisine de bulaşmaması için pür dikkat başını kuma sokar:
-Hoş geldin kardaşım, geçsene içeri... Hava da soğuk, süt kaynatmıştım,
içeriz birlikte.
-Yok, aba oturmaya gelmedim! Sana söyleyeceklerim var. Geçeyim bir yaka da anlatayım sana. Bak aba elimde iki gazete var. İki gazetede de Ertuğrul'un fotoğrafı var. Neler olmuş neler...
-Ne yazıyor Çetin? Ne yapmış çocuklar?
-Daha ne yapsınlar aba! Devlete karşı gelmişler! Teröristlerle birlik olmuşlar, onun için de işkence görmüşler! Bu sabah da bizim Bayram'dan duydum; İzmir DGM'ye götürülmüşler...
-DGM ne ki?
-Devlet Güvenlik Mahkemesi; yani teröristlerin yargılandığı mahkeme!
-Devletimizin güvenliğini benim Ertuğrul'um mu bozmuş? Gazeteciler uydurmuştur; bilirsin onlar pireyi deve yaparlar. Babası bari yaşasaydı, koşardı peşinden...
Çetin, ablasının sözünü hemen oracıkta kesti; -Biz de koşardık aba, ama devlet 'kırmızı kalem' çekmiş üzerlerine bir kere! Ne yapsan boşuna...
-Yok! dedi ağlamaklı bir sesle Sefide Ana, 'Allah yardımcımız olsun kardaşım; demek devlet kırmızı kalemi çekmiş kuzuma; olsun, Allah çekmesin kırmızı kalemi bize!'
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
devran

devran


Kadın
Mesaj Sayısı : 425
Yaş : 34
Nerden : istanbuldan
Kayıt tarihi : 24/01/08

ATEŞ MANİSA'YA DÜŞTÜ 1 Empty
MesajKonu: Geri: ATEŞ MANİSA'YA DÜŞTÜ 1   ATEŞ MANİSA'YA DÜŞTÜ 1 Icon_minitimePtsi Mart 03 2008, 15:38

ATEŞ MANİSA'YA DÜŞTÜ - 4
Ertuğrul, sevk edildiği cezaevinde direniş barikatıyla karşılaştı. Koridorda yüzü maskeli gençler vardı. 'Başkomutan yoldaş' kelimesini duydukça kendisini askeri bir kampta gibi hissediyordu
HÜSEYİN KORKUT

İçeri giren iri göbekli, esmer gardiyan dedi ki: "Altıncı ve yedinci koğuşlara gideceksiniz. Ama içerideki arkadaşlarınız koridora barikat kurdu. On bir gardiyan arkadaşımızı rehin aldı."
Gençler gardiyanın söylediği barikatı gördüler; duvar gibiydi. Ne kadar masa, sandalye ve yatak varsa oraya getirmişlerdi. Barikatın en üstünden, sadece bir kişinin geçebileceği bir yer açmışlardı. Gençler de sırayla oradan içeriye giriyorlardı.
Upuzun koridorda yüzleri maskeli birçok genç erkek ve kız vardı. Gençlere "Hoş geldiniz yoldaşlar!" diyerek sarılıyorlardı. Sanki savaşa hazırlanıyorlardı.
Aralarından bazılarına komutan, çoğuna da yoldaş diyorlardı. Gençlerin yarısını altıncı koğuşa, diğer yarısını da yedinci koğuşa aldılar.

Elde demir sopa
"Bugün iyice bir dinlenin; duş alın isterseniz veya yatıp uyuyun. En emniyetli yer gardiyanların bulunduğu yerdir. Altıncı koğuştan çok önemli bir şey olmadığı sürece çıkmayın. Yarın siz de elinize bir demir sopa alırsınız. Anlaştık mı?"
Gençler kendi aralarında konuşuyorlar, neyle suçlandıklarından, DGM'de hangi maddeden yargılanacaklarından bahsediyorlardı. 168'e 1. madde, 168'e 2. madde ve 169. madde vardı. Vardı ama bu maddelerin ne anlama geldiğini bilmiyorlardı henüz. Sonra öğreneceklerdi içeridekilerden...
Ertuğrul'un kanı donmuştu! Manisa'dan Buca'ya gelirken sivilin söylediği gibi 'cehenneme' geldiklerinin hem farkına varıyor hem de hak veriyordu.


'Yürü üstüne...'
Bir ara gözüne Ahmed Arif'in 'Hasretinden Prangalar Eskittim' isimli şiir kitabı ilişti. Okumaya başladı. Aslında defalarca okuduğu bir kitaptı; neredeyse her şiirini ezbere biliyordu, ama şimdi burada okumak daha bir anlamlı geldi ona.
nerede olursan ol
içerde-dışarıda,
derste-sırada.
Yürü üstüne-üstüne...


Askeri kamp gibi
"Başkomutan, komutan, yoldaş!"
Bu kelimeleri duydukça Ertuğrul'a sanki askeri bir kamptaymış gibi geliyordu. Aklına yatmasa da bulunduğu ortama uyum sağlama konusunda dikkatli olmalıydı. Onlarla artık 'yoldaş'tılar ve iki isteği vardı Ertuğrul'un: Şimdilik jandarmanın koğuşlara bir 'operasyon' yapmaması, cezaevi yönetimi ile 'yoldaşlar'ın anlaşmaları. Günler ağırdı... Geceler uykusuz! Dipsiz bir kuyuydu sanki zaman! Geçmiyordu işte!
Bazen jandarmalar ellerine geçirdiklerini koğuşlara atıyorlardı.
Mahkûmlar iki koğuş arasındaki havalandırmaya çıktıklarında, kulelerdeki jandarmalarla küfürleşiyorlardı. 'Yoldaşlar' slogan atıyor, jandarmalarsa "Kökünüze kibrit suyu dökeceğiz... Belayı siz istediniz, biz vereceğiz..." diyorlardı.
"Komün, yoldaş, komutan, güvenlikçi..."
Bunlar neydi böyle? Kendi aralarında küçük bir devlet mi kurmuşlardı, yoksa kimsenin tam olarak bilmediği bir oyun mu oynanıyordu?


Direniş biterse...
"Neyse, şu direnişimiz biterse konuşmak için çok vaktimiz olacak" dedi. Ömer Komutan ve yanından kalkıp uzaklaşırken, "Eline demir bir sopa al, en azından kendini korumak için. Ne olacağı belli olmaz!" diye bağırdı. Ertuğrul da eline ucu çaputla bağlanmış demir sopalardan birini aldı.
Ama aklına gözaltındaki o iğrenç cop olayı gelince, demir sopa ona bir copmuş gibi göründü. Aldığı gibi yere attı sopayı!


'Aman oğlum, anarşist olma'
Manisa-İzmir arası kırk beş kilometre; garajdan Buca da yaklaşık on beş kilometreydi. Evden çıktıkları saati tahmin edip "Annemlerin gelmesine az kaldı" dedi Ertuğrul içinden...
Güvenlik komutanı Akif, Ertuğrul'un beklediği cümleyi söyledi: "Gözün aydın yoldaş, seni görüş kabinlerinde bekliyorlar."
İlk kabinde başka biri vardı... İkincisinde bir başkası... Üçüncüde de yok... İşte dördüncü kabinde annesi karşısındaydı.
"Hoş geldin canım anam!" dedi kalın camın arkasındaki annesine Ertuğrul.
Annesi konuşmaya başladı: "Aman oğlum gözünü dört aç! Sen gelmeden az önce bir kız emperyalizm-memperyalizm gibi bir sürü şeyler söyledi. Suçlusu devletmiş burada olmanızın. Onların beyni yıkanmış; sen de katılma onlara; 'He he' de geç. Devletle cenklenilir mi hiç? 'Polisler yaptı kızım oğluma işkenceyi' dedim; 'Emri veren devlet' dedi. Sakın ha! Böyle şeyleri sen de söyler olma! Suçsuzken suçlu olursun. Bak, 'Biraz sonra şehit olan üç arkadaşımız için anma yapacağız' dedi o kız. 'Nerde şehit oldu arkadaşlarınız?' dedim. 'Burada' dedi. Jandarma koğuşlara girmiş, demir çubuklarla kafalarına vura - vura öldürmüşler. Jandarma kim? Senin benim evladımız, nasıl yapar böyle bir şey? Buraya girmeseydin sen de asker olacaktın şimdi! Sen öldürür müydün kendi kanından birisini? Sen karıncayı bile incitmezsin... Suçluysa suçlu! Cezasını yatar çıkar. Devlet işkence yapar mı? Devlet adam öldürür mü? Ama sen al eline silahı... O zaman tabii onlar da öldürür... Benim anam ağlayacağına onun anası ağlasın olur... Anarşist olma!"


'Kardeşimi tanıyamadım'
Birçok gazetenin manşetten verdiği 'Manisa'da gençlere işkence' haberiyle, işkence olayı tüm Türkiye'nin ilgisini çekmişti.
Gazetelerin ilk sayfalarında gençlerin boy boy fotoğrafları yayınlanıyor, köşe yazarları bu konuda yazılar yazıyorlardı. Aydınlar, yazarlar ve demokrat sanatçılar hep bu konuyu gündeme getiriyorlardı.


'Çıt çıkmıyordu'
Manisa Emniyeti'nden 'çıt' bile çıkmıyordu. Aslında avukatların ve Sabri Beyin, Manisalı gençlerin aileleri adına, Manisa Terörle Mücadele Şubesi'nde gençlere işkence yapıldığına dair başvuruları vardı, ama henüz bir yanıt gelmemişti. Bu olayla ilgilenen herkesin kafasında, polisler hakkında işkence davasının açılıp açılmayacağı vardı. Açılsa bile sonucun polisler aleyhine olması zor gibiydi. Çünkü ancak bir elin parmakları kadar polis şimdiye kadar kötü muameleden ceza almış, ancak o küçük cezalar da hep ertelenmişti. Oysa işkence gördüğünü iddia eden binlerce kişi vardı. Davaların birçoğu açılamadan geçiştiriliyor, çoğu da 'zamanaşımı'na uğruyordu nedense!...


'Sanki kördü'
Manisalı gençlere işkence olayı ülke sınırlarını aşmıştı bile... Almanya ARD televizyonunun Türkiye Sorumlusu Cemal Bey de 'ne olup bittiğini öğrenmek' için Manisa'ya gelmişti. Gençlerin yakınları artık Manisa CHP il binasından ayrılmıyorlar, tüm gelişmeleri oradan izliyorlardı. Zaten Buca'ya gitseler bile, cezaevi yöneticileriyle mahkûmlar arasında bir anlaşmaya varılamadığından, görüşme de yapılamıyordu. Mustafa 26 Aralık gecesini ve sonrasını, Cumhuriyet Savcısı'nın izniyle kardeşini gördüğü güne kadar her şeyi ARD Televizyonu Türkiye sorumlusu Cemal Bey'e anlattı. Kardeşini gördüğünde işkenceye ya da kötü muameleye uğradığını anlamıştı:
"Kardeşimi içeride gördüğümde sanki kördü, beni görmüyor gibiydi. Ona sarıldığımda o bana sarılmamıştı bile. Hissiz, sessiz, çaresizdi... Belki de ona ve arkadaşlarına yapılanları anlatmamaları yönünde telkinde bulunulmuştu. Hırkasının kol ağzında kurumuş kan lekeleri gördüm. Saçı başı dağınıktı, gömleğinin düğmelerinden sadece biri yerinde duruyordu; o da ha koptu ha kopacaktı. Karşımdaki kişi, kardeşim değildi sanki..."


Anatomi atlasına çizilen işkence
Bugün ilk haber olarak Ulucanlar'daki aydın ve sanatçıların basın açıklaması verildi. Basın açıklamasını yapan Yaşar Kemal'di.
Haberi duyan herkesin yüzü gülüyordu. Havaya "Biz kazandık!" sesleri yükseliyordu. Koğuşlarda ve salonda kurulan barikatlar sökülüyor, barikatın üzerindeki masa ve sandalyeler asıl yerlerine koyuluyordu. Rehin alınan gardiyanlar cezaevi yönetimine teslim ediliyordu. O gün CHP il binasında toplanan gençlerin aileleri de anlaşma olduğunu, direnişin son bulduğunu sevinçle karşılamışlardı. Zira çocuklarını on iki gün gözaltında, dokuz gün de cezaevindeyken görmemişlerdi. Sanki aylar, yıllar olmuştu görüşmeyeli. Bir heyecan, bir bağırış vardı ki sanki bayram havasıydı esen...
Avukat Safiye Hanım konuştu:
"Arkadaşlar şimdi yapacaklarımız çok daha önem kazandı. Tüm yazılı ve görsel medyanın ilgisini çektik. Hem polislerin çocuklarımıza işkence yaptıklarını mahkemede ispat edeceğiz hem de işkence yapan polisleri mahkemeye çıkartacağız. Zor işler bunlar, ama biz başaracağız.
Çocuklarımızın cezaevinden hastaneye sevk yaptırılabilmeleri için Sabri Beyin İçişleri Bakanı'yla görüşme yaptığını biliyorum. TİHV' nin (Türkiye İnsan Hakları Vakfı) çocuklarımıza vereceği anatomi atlaslarından nerelerinde ne var yazmalarını isteyeceğiz. Buna göre uzman doktorlardan bilgi alma fırsatımız da olacak... Ama ilk olarak çocuklarınızla görüşün. Bunları yarın da yapabiliriz.
Manisalı Gençler davası artık çok önemli bir dava oldu. Herkes ne olacağını merak ediyor. Birileri de bu davayla prim yapmaya kalkışacaktır!
Provokatörlere imkân vermeyelim lütfen! Yasal yollardan yapabileceğimiz çok şey olacak. Mesela sevdiğiniz köşe yazarlarına ve hatta duyarlı aydın yazarlarımıza mektuplar atabiliriz.
Muhabirlerle konuşacağız, aydın ve sanatçılara mektup yazacağız, televizyon kanallarında açıklamalar yapacağız. Çocuklarımızın suçsuz olduklarını biliyoruz ve bunu her yerde, her platformda açıklamaya devam edeceğiz.
Gençlerimiz içerideyken yani gözaltındayken X numaralı sağlık ocağı nöbetçiymiş, ama çocuklarımıza Y numaralı sağlık ocağından doktor ve hemşire gelmiş. Bunları araştırıp bulduk. Gelen doktorlar, gençlerin kötü muamele ya da işkence görmedikleri yönünde rapor hazırlamışlar. Eğer polislere işkence yaptıkları iddiası yönünde dava açtırabilirsek Y numaralı sağlık ocağından gözaltındaki çocuklarımızı nasıl muayene ettikleri, nasıl bu raporları tuttuklarını anlatmalarını mahkemeden isteyeceğiz."
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
devran

devran


Kadın
Mesaj Sayısı : 425
Yaş : 34
Nerden : istanbuldan
Kayıt tarihi : 24/01/08

ATEŞ MANİSA'YA DÜŞTÜ 1 Empty
MesajKonu: Geri: ATEŞ MANİSA'YA DÜŞTÜ 1   ATEŞ MANİSA'YA DÜŞTÜ 1 Icon_minitimePtsi Mart 03 2008, 15:41

ATEEŞ MANİSA'YA DÜŞTÜ - 5
Karakolda işkenceye tanık olan milletvekili gördüklerini şöyle anlatıyordu: Büyük bir kapıdan geçtim, zaten o anda mehter müziği başlamıştı. Asıl çığlık seslerinin geldiği odaya daldım. Kapıyı açtım. Gözleri bağlı iki kız ve iki erkek çırılçıplak durumdaydı. İçerideki iki-üç kişi kapıyı kapamaya çalıştı
HÜSEYİN KORKUT

Sabri bey arabasından çıkar çıkmaz, Manisa Emniyet Müdürlüğü kapısına doğru ilerledi. Hiçbir şey söylemedi. Kapının önüne geldiğinde elindeki çantadan 'BU İŞYERİNDE İŞKENCE VARDIR!' yazılı bir döviz çıkardı ve Emniyet Müdürlüğü'nün kapısına astı. Bir süre kapının önünde durdu. Nöbet tutan polisler Sabri beyin yanında dövizi indiremedi.

'Sorguda elimizde kalıyorlar'
Sabri Ergül, Manisa Cumhuriyet Başsavcılığı Hazırlık Bürosu'ndaki ifadesinde yaşadığı olayları şöyle anlattı: "Aileler çocuklarına bir kötü muamele olmasından endişe duyuyorlar. Bu tutumunuzdan dolayı ben de aynı endişeyi duyabilirim. Bunun için lütfen çocukları yakınlarıyla ve avukatlarıyla görüştürünüz' dedim.
Nazmi Aydoğan bana hitaben;
'Beyefendi bizim bu çocuklara fazla bir şey yapmamıza gerek yok; zaten bunlar konuşuyorlar, her şeyi anlatıyorlar, biz sorgulama konusunda tecrübeliyiz. Bunlar bizim için kolay iş, biz esas Hizbullahçıları sorgularken sıkıntı çekiyoruz. Ben doğuda, Bingöl'de görev yaptım. Hizbullahçılar suçlarını itiraf ederlerse; örgütleri hakkında bilgi verirlerse doğrudan cehenneme gideceklerine inandıkları için konuşmuyorlar ve asıl onlar sorguda elimizde kalıyorlar' dedi.

Bir çığlık sesi
Çok kısa bir süre, belki birkaç dakika Nazmi Aydoğan'ın odasında bekliyorduk ki karşıdan bir çığlık sesi ardından ve derinden peşi sıra çığlık sesleri geldi. Koridora açılan büyük bir kapıdan geçtim, zaten o anda mehter müziğini andıran bir müzik yayını başlamıştı.
O kapıdan girdikten sonra uzun bir koridor, içinde sağlı sollu banklar, banklarda oturan gözleri bağlı çocuklar ve çocukların önünde yerde yatan çıplak ve gözleri bağlı bir erkek çocuğunu bir an gördüm.
Bu koridor üzerinde solda ikinci kapı olan; asıl çığlık seslerinin geldiği odaya daldım ve kapıyı tam açtım; o anda odada gözleri bağlı ikisi kız ikisi erkek olan kişileri çırılçıplak vaziyette gördüm.
Kızların yaşları genç kız düzeyindeydi ve ikisinin saçları uzundu. Erkeklerden birisi oturuyor birisi ayaktaydı. Yerde olan kızın başında üç-dört kişi, diğerlerinin yanında da iki üç kişi olmak üzere o odada beş altı sivil giyimli kişi gördüm.
Odaya girdiğim anda gördüğüm bu manzara karşısında şok olmuştum.
Bir anda kapıda hayretle durduktan sonra tam çocukların yanına; odanın içine girecektim ki içeridekilerden iki-üç tanesi kapıya hızla geldiler; önüme geçtiler.
O anda kapıyı kapatmaya çalıştılar. Kısa bir süre kapıda içeridekilerle aramızda kapıyı açma-kapama, içeri girme-sokmama konusunda karşılıklı kapıyı zorlama oldu!

'Sırtta yeşil leke'
Saat 19.00'a geliyordu, hava kararmıştı. Ben süratle yanımda avukat Safiye Atmaca, CHP Merkezi ilçe ve il örgütünden görevli partililer ve Tabip Odası Başkanı ile birlikte Manisa Devlet Hastanesi'ne gittik.
Ben doktora hitaben kendimi tanıttım ve 'Bakınız muayeneyi polisin bulunduğu bir ortamda yapıyorsunuz. Sağlık Bakanlığı Genelgeleri ve mevzuat gereğince bu tür vakalarda, gözaltındaki sanığın yalnız başına, yanında polis olmaksızın ve soyulup vücudu incelenerek muayenesinin yapılması gerekir.
Bunların hiçbirinin olmadığını görüyoruz. Şimdi lütfen ben dışarıya çıkıyorum, buradaki polis de dışarıya çıksın ve siz görevinizi usulüne uygun yapınız ve çocuğu yalnız başına; soyarak, gereği şekilde muayene ediniz ve raporunuzu veriniz' dedim ve odadan çıktım.
Tabip Odası Başkanı Osman bey ve diğerleri de tanıktır.
Hatta Osman bey meslektaşları olan doktorlardan dışarıda bulunan ve uzman olduğunu sandığım birkaç kişiye; 'Bakanlık ve biz bunları tamim ettik, muayenelerin polis olmadan soyularak yapılması lazım hatta gerekli bulunursa sanığı uzman hekimin de görmesi Bakanlık mevzuatında var. Ayrıca, muayenelerin Adli Tabip Formlarına muhakkak işlenmesi gerekiyor' dedi.
Sonradan, dosyada raporlarını tetkik ettiğimde gördüm ki doktor; Mehmet Kaya'yla ilgili raporunu, polisin sevk kâğıdının altına şerh düşerek vermiş ancak uyarımız üzerine soyarak yaptığı ikinci muayeneden sonra raporuna ek olarak Mehmet Kaya'ya da 78 cm. ebadında, sırtta yeşil renkli ekimotik leke bulgusu yazmış.

Hepsinde hastalıklar
Binada ve savcılıkta gördüklerim şunlardı; Şimdi görsem tanıyabileceğim ve Terörle Mücadele Şubesi'nde işkence yapılan odada gördüğüm polisler ve diğer sivil polisler, çocukların her birini bir salonda ayrı-ayrı oturtmuşlardı ve konuşmalarına imkân vermeden başlarına polis dikilmişti.
Savcı beyin oda kapısının dışında; içeridekileri duyma gayreti içerisinde ve kulaklarını aralık duran prefabrik ahşap savcılık kapısına dayamış olan iki sivil polis vardı.
Bir hukukçu olarak polislerin adliyede, ifade aşamasında bile sanıklara baskı yaptıkları ve yönlendirdikleri izlenimini edindim.
Daha önce sayın başkana verdiğim ve kamuoyuna açıkladığım, ayrıca sayın savcılığınıza da gönderdiğim; gözaltındaki sanıkların yazılı anlatımlarına, ifadelerine, hayatın akışına uygun olan; sanıkların gözaltında kötü muamele ve işkence sonucu fenalaşarak hastane sevklerine ve orada tedavi olduklarına dair polisçe 'gizlenen' hastane kayıtlarını ve belgelerini kamuoyuna açıkladım.
Bu yapılan işkenceler sonucu; hemen hepsinde hastalıklar meydana geldiğini; kulak deformasyonu, kulak zarı delikliği, ciğerler ve böbreklerde iltihaplanma, kas ağrıları ve kasılmalar, tüberküloz olduklarını, bu hastalıklara yakalandıklarını ilaç ve hastane tedavisi gördüklerini olayı bugüne kadar izlemem sonucunda tespit ettim."

* * * * *
Sakla gözyaşını, sakın akmasın'
Tahliye kararından sonre cezaevine geldiğinde bir ses yükseldi:
"Yoldaşlar! Bugün bizim için çok önemli ve güzel bir gün. İki yoldaşımızın daha zindanlardan çıkışını ateş yakıp etrafında halay çekerek kutlayacağız."
Ateş bir anda kocaman oldu. Biri Ertuğrul'un eline bir mendil vererek halayın başını çekmesini söyledi.
Kara günler dert açanda gönlüne
Derde derman zor bulunur ellerde
Sakla gözyaşın, sakın akmasın
Dost bağında bir gül ol ki düşman ağlasın
...
Halaylar kur dağlar boyu
Kondular sokaklar boyu
Eller katılsın coşkuna
Haydi kol kola hey!
Haydi kol kola.
...
Çifte mutluluk
Ertuğrul, Mükerrem ablasına gittikleri o gece mutluluğun en büyüğünü yaşıyordu. Annesinin yanında ve özgür olmak ona çifte mutluluk yaşatıyordu. Utanmasa, annesinin koynunda uyuyacaktı o gece. Defalarca annesini öptü, kokusunu içine çekti. Uykusu gelmiyordu bir türlü. Gözlerini kapatmaya da korkuyordu... İşte yine başlıyordu içindeki Ertuğrul konuşmaya!
"Ne olursa olsun gözlerimi kapadım, açmayacağım. Kendimden kaçmayacağım. Yarını değil bu anı yaşayacağım!..."
Ne kadar zaman geçti bilmiyor, yarın ne olacak kestiremiyordu... İçindeki 'ben'i itirazsız dinliyordu... Gözkapakları ağırlaştı artık, istese de açamayacaktı... Uykusu mu derindi?... Yattığı yer mi serindi?... Önemi kalmadı uykuya dalınca... Başından fikirlerini salınca... İşte böylece daldı uykuya.
'Neşeli olmayı başarabilir miyim? Kendim mi olsam daha iyi yoksa maskelesem mi yüzümü? Umarım işkence hakkında bir şey sormaz kimse... Ya cop olayını duydularsa? Nasıl bakacağım yüzlerine? Benim aslında 'ben' olmadığımı öğrenecekler mi?'
Ertuğrul TİHV'ye sık-sık gitmeye başladı. Vakfın çalışanlarıyla arasında ağabey, abla, kardeş ilişkisi olmuştu. Yalnız Alp Bey ile görüşmelerinde her zaman araya mesafe koyuyordu. Onu bir psikiyatrist olarak değil bir ağabey gibi gördüğü için gözaltında yaşadıklarının hepsini anlatamıyor, sıkılıyordu.
Üç ay cezaevinde, üç ay da dışarıda geçmişti. Yani işkenceye maruz kalışlarının altıncı ayı dolmuş, ama hâlâ polisler hakkında işkence yaptıkları 'iddiası'yla bir dava açılamamıştı!
Bu gerçek her aklına geldiğinde 'bu ülkede yargının bağımsızlığına inancı' zedeleniyor, ama yine de basına ya da herhangi bir yere bu fikrini söylemek istemiyordu.


İsyan
'Dosya güvenlik nedeniyle nakil incelemesi için Adalet Bakanlığı'nda bulunduğundan, ilk duruşma 21 Ağustos 1996 tarihine ertelenmiştir.'
Bu, avukatların beklemedikleri bir durumdu. Ertuğrul içinse tam bir şok... İsyanını basının önünde yapmaya kalkıştı, ancak avukatlar ve Sabri bey ona engel oldu. Öfkesini içine akıtan Ertuğrul, CHP il binasına koştu ve tuvalette dakikalarca ağladı...

* * * * *

Tahliye sonrası feryat: Götürmeyin kızımı
Manisa davasında duruşma günüydü. Duruşma salonunun önünde pek çok sanatçı destek için toplanmıştı. Yılmaz Erdoğan'ın bir yanında Demet Akbağ, bir yanında Türkan Şoray vardı. Katılan sanatçılardan görülebilen şunlardı:
Edip Akbayram, Mahsun Kırmızıgül, Ferhat Tunç, Menderes Samancılar, Settar Tanrıöğen, Sinan Bengier, Serhat Özcan, Onur Akın, Bican Günalan, Cem Akgün, Suavi, Olgun Şimşek, Cahit Taş, Deniz Erdoğan, Caner Akkaya, Emine Şans, Umar, Deniz Özermen, Binnur Kaya, Devin Özgür Çınar, Necati Akpınar, Celal Tak, Engin Günaydın, Can Kahraman...
Yılmaz Erdoğan diğer sanatçı arkadaşları adına da okuduğu açıklamasında şöyle dedi:
"Manisa davası olarak kamuya yansımış olan gençlerimize, çocuklarımıza yapılan işkence uygulamasına ve yüklenmeye çalışılan suça karşı bütün parti ve siyasi gruplardan bağımsız olarak duruşmaya geldik.
Hiçbir organize grubun, suçu ne olursa olsun bir insana insanlık dışı muamele uygulamasına, işkence yapılmasına; onların bedenlerinde, sosyal yaşamlarında, ruhsal yapısında onarılmaz tahribatlar açmasına izin vermeyeceğiz."
Sanatçıların duyarlılıklarının ifadesi olan bu konuşmayı Yılmaz Erdoğan okurken gençlerin aileleri ağlıyorlardı.


'Darısı başımıza'
Ertuğrul'un beyni zonkluyordu, bu zonklamanın ardından girdiği sarmalın içinden çıkıyordu. Duruşma salonundan çıktıklarının ayrımına şimdi-şimdi varıyordu. Duruşmanın bittiğinin farkında bile değildi. Hızlı adımlarla cezaevi aracına bindirildiler. Arabanın içindeki gençlerden biri; "Tebrikler Ertuğrul, tahliye oldun, darısı bizim de başımıza" dedi.
DGM'nin batı kapısına yanaşan cezaevi aracı ağır-ağır uzaklaşırken Manisalı gençlerin anneleri feryatlar koparıyorlardı.
Bir annenin cezaevi aracının arka kapısına tutunarak ve kendini yerlere atıp saçlarını yolarak söylediği şu sözler daha sonra bir ulusal televizyon kanalının ana haber bültenlerinin jeneriği olacak ve tüm zihinlerde yer edecekti: "Götürmeyin kızımı... ne olur götürmeyin,
o daha çok küçük!"
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
devran

devran


Kadın
Mesaj Sayısı : 425
Yaş : 34
Nerden : istanbuldan
Kayıt tarihi : 24/01/08

ATEŞ MANİSA'YA DÜŞTÜ 1 Empty
MesajKonu: Geri: ATEŞ MANİSA'YA DÜŞTÜ 1   ATEŞ MANİSA'YA DÜŞTÜ 1 Icon_minitimePtsi Mart 03 2008, 15:44

ATEŞ MANİSA'YA DÜŞTÜ - 6
İşkence yapmakla yargılanan polislerin 42. duruşması beş dakika sürüp yine ertelendi. Sanık polis memurlarının adresi bir türlü bulunamıyordu. Ertuğrul, 'Hayatımı bu davaya o kadar bağladım ki davanın sonuçlanmasındansonra ne olacağını ben de bilmiyorum!' diyordu
HÜSEYİN KORKUT

'Manisa Davası olarak bilinen işkence davası dün bir kez daha ertelendi. Bir de hatırlatma yapayım, bu karar verilemeyen 42. duruşma ve sadece beş dakika sürdü. Yedi dakika sürüp ertelenen bir önceki duruşmada olduğu gibi bu kez de ertelemenin nedeni, sanık avukatlarının davadan çekildiklerine ilişkin tebligatın sanıkların eline ulaşamamış olması.
Yani geçen haziran ayından beri söz konusu tebligat muhataplarına ulaştırılamamış.
Bu bazı durumlarda kabul edilebilir bir gerekçe... Sanıkların bildirdikleri adreste bulunamamaları, bu nedenle tebligatın gecikmesi ya da yapılamaması söz konusu olabiliyor.
Ancak bu davada sorun şu ki sanıklar adresleri, izleri kolay kolay kaybedilecek kişiler değiller. Polislik görevlerine devam ediyorlar.
Nerede görev yaptıkları, hangi adreste oturdukları, hatta hangi saatlerde nöbet tutup, hangi saatlerde izinli oldukları bile amirleri tarafından bilinmesi gereken kişiler.
Ama tebligatı yerine ulaştırmakla sorumlu kamu görevlileri, yine kamu görevlisi olan sanıkları bulup, tebligatı yapamıyor...'
Ertuğrul gazetedeki bu köşe yazısını okurken içindeki öfkesi katbekat artıyor, siniri ve gözyaşları okumasını engelliyordu. Köşe yazısının yazarı dışarıdan biri olarak olup bitenleri kabul edemiyor da Ertuğrul nasıl kabullenecekti? Yazıyı okumaya devam ederken kafasında en son düşündüğü 'şeyi' yapma planları oluşuyordu!

Polis, polise ulaşamamış!
"Sanıklardan yeni savunma istenmesi ve bunun talimat yoluyla elde edilmesi bir yıl ile 17,5 aya varan sürede sağlanabilmiş.
Talimatla ifadeyi alacak savcı ve savcının çağrısını sanıklara ulaştıracak polis, hepsi polislik mesleğine devam eden sanıklara ulaşamamışlar!
İlginç bir örnek: O sırada İzmir-Bornova'da görevli olan bir sanığın ifadesi dosyaya 52 günde girebilmiş. Manisa'dan Bornova'ya ulaşmak otobüsle bile yarım saat...
Sanık avukatları, sanıklar, savcılar, hâkimler, polisler el ele vermişler davayı hepimizin gözleri önünde 'zamanaşımına' sokmaya çalışıyorlar. Dün yapılan duruşmanın ertelendiğini ve tebligatların bu yargılama sürecinde yerine ulaşma hızını da göz önüne alırsak, Türk yargısı açısından da, Türk polisi açısından da utanç verici bir durumla karşılaşmamıza çeyrek kaldı diyebiliriz..."

'Bedeli ödeyeceğim'
Yazıyı ancak buraya kadar okuyabildi. Hep bildiği şeylerdi yazılanlar. Daha farklı bir şeyler olmalıydı. Kafasındaki planını uygulamaya sokma zorunluluğunu çok fazla hissediyor ve şöyle düşünüyordu. "Madem birileri başını kuma gömmüş, görmek istemiyor, madem 'bedel' isteniyordu o bedeli ben kendi bedenimle ödeyeceğim!"
Günleri saymak Ertuğrul için çok ağırdı artık, giderek daha fazla yalnızlaşmış ve içine kapanmıştı. Teselli olmak için sık-sık avukatlar Safiye veya Nermin hanımların bürosuna gidiyor, her gittiğinde yeni bir gelişme inancı taşıyor, ancak her seferinde hiçbir iyi haber alamadan dönüyordu.
Ezel beyin karşısında oturan Ertuğrul, sanki kendi gençliğiydi ve Ezel bey onu mutlu etmeye yeminliydi.
Ertuğrul bir türkü tutturdu, sadece Ezel beyin duyacağı bir tonla... Ezel beyin gözleri doldu. Ertuğrul'un sesiyse ağlamaklıydı...
İkisi de sarhoştu... Rakıları, türküleri, mezeleri bitmiş, gözlerinde yaş kalmıştı...
Artık kalkma zamanı gelmişti.

'Yarınımı bıraktım'
- Hayatımı bu davaya o kadar bağladım ki davanın sonuçlanmasından sonra ne olacağını ben de bilmiyorum! Bazı zamanlar öyle kötü oluyorum ki keşke bu olaylar hiç olmasaydı diyorum kendi kendime. Ama geçmişi değiştiremeyeceğimi de biliyorum tabii.
- Bak bunda çok haklısın, geçmişi değiştiremeyiz; o artılarıyla ve eksileriyle orada kalacak, ancak bugünümüz ve geleceğimiz hakkında yapabileceklerimiz var, sen ne düşünüyorsun?
- Bilmiyorum, yani gelecekten umutlu değilim. Aslında şöyle de diyebilirim. İşkencede ben bugünümü ve yarınımı da bıraktım! Gözaltında soğuk duvarların arkasında, çığlıklar arasında, elektrik manyetosunda, termal şokta ömrümün baharı kaldı.
- Seni anlıyorum...
- Hayır anlayamazsınız... Özür dilerim ama Alp abi anlayamazsınız; çünkü bana yapılanların hepsini size anlatmadım ve siz bunları yaşamadınız.

* * * * *

'Yalnız değilsiniz'
Manisalı gençler için düzenlenen gösterilerden biri de İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampüsü'ndeydi. Okul kapısına pankart asan bir grup öğrenci türkülerle Manisalı gençlere destek verdi.

Manisalı gençlerin davasının izlenmesi Türkiye'nin aydınlık yüzüydü. Hukukçusu, oyuncusu, doktoru, politikacısı, insan hakları savunucusu ve sokaktaki insan işkence gören gençlerin davasında gerçeğin ortaya çıkması için her şeyi yaptı. Türkiye'nin sınırlarının ötesinde işkence gören çocukların yaşadıklarına duyarlı olan başkaları da vardı. Uluslararası Af Örgütü, dünyanın dört bir yanında çocuklara dayanma gücü vermek için mektup kampanyaları başlattı. Gardiyan, Kolombiya'dan gelen mektubu uzatırken "Pes doğrusu" diyordu. Tüm mektuplar aynı duyguyu veriyordu gençlere: Yalnız değilsiniz.

* * * * *

Manisa davasında bir sessiz tanık
"İki yakın arkadaştılar.
Genç, coşkulu, idealist ve ilericiydiler.
Manisa'da aynı partinin kadın kollarında yıllardır birlikte çalışıyorlardı.
Avukat olan, o günlerde çok sıkıntılıydı. Erkek kardeşi gözaltına alınmış ve ağır bir işkence görmüştü. İki arkadaş bu acıyı da paylaştılar. Konuşup dertleştiler. Ancak avukatın isyanı büyüdükçe arkadaşı içine kapanmaya başladı. Arkadaş sohbetlerinde işkencecilere kahredildikçe, 'Belki onların da gerekçeleri vardır' diyordu.
Sonunda bir gün, içini kavuran sırrı açıklamaya karar verdi."
Ertuğrul da bu sırrı yazarın yazısından öğreniyordu. Yazıyı sanki okumuyor adeta yutuyordu. 'Kral çıplak' demenin ne denli ağır bir iş olduğunu yazıyı okumaya devam ettikçe daha iyi anlıyordu! Bazen saklı gerçeklerden çok 'aleni' gerçekleri anlatmanın-anlatabilmenin çok daha zor olduğunu düşünüyor ve yazıyı okumaya devam ediyordu.

Avukat inanamadı
"Avukat, arkadaşına 'Zor olsa da, sana bir şey açıklamak zorundayım' dedi:
'Kardeşine işkence yapan polis, benim kardeşim!'
Avukat inanamadı.
'Nasıl olur' diye feryat etti. Ama arkadaşı zaten kahrolmuş durumdaydı. 'Sır' açıldıkça polis kardeşin iç dünyası da aydınlanmaya başladı:
'Güneydoğu'ya göreve gitmişti. Döndüğünde tanıyamadık. Katılaşmış, sertleşmişti. Herkesi düşman gibi görüyordu. İşkence davası gündeme gelince suçlamaların doğru olup olmadığını sordum: 'Hepsi doğru' dedi. 'Bütün o anlattıkları işkenceleri yaptım.' Yıkıldım. 'Neden' diye sordum. 'Hak etmişlerdi' dedi. O çocukların komünist olduklarını, vatan için konuşturulmaları gerektiğini, zaten hangi yolla olursa olsun konuşturulmaları için emir geldiğini söyledi. Beyni yıkanmış gibiydi.'
İşkencecinin kardeşi, avukat arkadaşının boynuna sarılıp ağlarken, asıl suçluların, işkencecilerin beyinlerini yıkayanlar ve işkenceye sevk edenler olduğunu söylüyordu.
İki arkadaş, en yakınlarını aynı kirli çarkın iki ayrı cephesinde yitirmişlerdi. İşkenceci de en az işkence gören kadar o kirli çarkın kurbanıydı.
Şu farkla ki, onun acıları, görevi bittikten sonra başlayacaktı.
* * *
Yaşam bazen öyle tesadüfler kuruyor ki, senaristlerin ağzı açık kalıyor.
Anlattığım olay bir senaryo değil.
Manisa davasıyla ilgili bir televizyon programı hazırlarken tanıştım 'işkencecinin ablası' ile..."
Diye devam eden yazıyı kanı donarak okudu Ertuğrul. Aklına bir anda içerde, işkencede Kürşat'ın Güneydoğu'da yaşadıklarının intikamını elektrik manyetosunu bedeninin her yerine değdirerek aldığı an geldi. Bu onun ablası olmalıydı!
İçinden hiç tanımadığı bu kadına öfke aktı.
Kendini toplayıp yazının devamını okudu.

Kardeşim bir işkenceci
"Uzun uzun konuştum. Son derece üzgün görünüyordu.
Bir yanda öz kardeşi vardı, öte yanda en yakın arkadaşı ve tabii arkadaşıyla birlikte işkence gören gençler, onların aileleri ve ayağa kalkmış bir kamuoyu...
Bu feci ikilemin kıskacında kim bilir kaç uykusuz gece harcamış ve sonunda kararını vermişti:
Her şeyi anlatacaktı. Canlı yayına 'iki arkadaş' yan yana katılacaklar ve madalyonun iki yüzünde çekilen acıları anlatacaklardı. Ve o, yayında 'Kardeşim bir işkenceci' diyecekti. Dinlediği itirafları aktaracak ve kardeşini bu hale getirenlerden hesap soracaktı."
Satıraralarında gözleri hızla kayarken kafasında her bir şeyin karmakarışık olduğunu düşünüyor, 'sessiz tanık'la kendini bir an olsun özdeşleştiriyor 'kirli çarkın' öteki tarafından bakmaya çalışıyordu.
Hesap soramazdı ve sormadı da...
"Davanın kaderini bile etkileyebilecek kadar önemli bir tanıktı.
'Son derece önemli bir toplumsal sorumluluğu yerine getiriyorsunuz. Ama yerinizde olmak istemezdim. O yüzden de konuşmanız için ısrar etmiyorum. Sonradan pişman olursanız beni suçlamayın' dedim.
'Hayır, kararlıyım' diye yanıtladı.
Yayın günü geldi. İki arkadaş için stüdyo hazırlandı. Ancak 'beklenen konuk' yerine 'Yeğenlerimi düşündüm, vazgeçtim' mesajı geldi.
Yayını onsuz yaptık ve bu 'konu'dan hiç söz etmedik.
Daha sonraki aşamada da, doğabilecek sonuçları düşünerek bu önemli tanığı ifşa etmemeyi, yazmamayı uygun bulduk.
Adalet nasıl olsa gerçeği aydınlatacaktı.
Elli yıl önce işlenmiş bir cinayetin failini bulmuşsunuz ne fayda!
Kurban gitmiş, fail gitmiş, olay hiç hatırlanmıyor...
Bu adalet olabilir mi?"
"Geç gelen adalet adalet değildir" boşuna dememişler' diye düşünüyordu Ertuğrul.
* * *
"Lakin adalet, önceki gün işkencecileri akladı. 'İşkence yaptıklarına ilişkin yeterli kanaat oluşmamıştır' dedi.
Şimdi Manisa'nın işkence sanıklarına ilişkin son sözü Yargıtay Ceza Genel Kurulu söyleyecek. Bu kritik aşamada, bizzat tanıştığım bu tanıktan söz etmek, en azından tarih huzurunda boynuma borç oldu.
Burada ne kendisinin, ne kardeşinin adını vermek istemiyorum.
Son karardan sonra ne kadar acı çekmiş olabileceğini de tahmin ediyorum.
İnsanın kardeşiyle, idealleri arasında sıkışıp kalmasının ne kadar can yakıcı olabileceğini de anlıyorum. Ancak bildiği gerçek, sadece 16 gencin değil, bütün bir toplumun geleceğini karartabilecek kadar önemliyken, karar böyle kesinleşirse bu, 'iz bırakmadan işkenceye devam' anlamı taşıyacağından, daha fazla sessiz kalmaya hakkı olmadığını düşünüyorum.
'Sessiz tanık' için şimdi ortaya çıkıp konuşma vaktidir.
Çünkü gencecik insanları ateşe atmış bir kardeşle yaşamak, o kardeşi ateşe atacak bir sırla yaşamaktan daha ağır bir yüktür.
Gün gelir, vicdan azabı, kardeşin gazabından da yaman bir işkenceye dönüşür."

* * * * *

Ve sonunda işkence mahkûm oldu...
Manisalı gençlere sorgu sırasında işkence yaptıkları gerekçesiyle, biri başkomiser 10 polis memuru hakkında dava açıldı. Manisa Ağır Ceza Mahkemesi, ilk kararında, sanık polisler hakkında delil yetersizliğinden beraat kararı verdi. Yargıtay 8. Ceza Dairesi, beraat kararını oybirliğiyle bozdu. Manisa Ağır Ceza Mahkemesi, 10 polis hakkındaki beraat kararında direndi. Bu kararın da temyiz edilmesi üzerine dosya Yargıtay Ceza Genel Kurulu na geldi. Genel Kurul, sanıklar hakkındaki beraatta direnme kararını bozdu. Genel Kurul'un kararında, mağdurlara yönelik işkence yöntemleri tek tek sıralanarak kararın bozulmasına hükmetti. Mahkeme, üçüncü yargılamada, polisleri çeşitli hapis cezalarına mahkûm etti. Kararın temyiz istemini görüşen Yargıtay 8. Ceza Dairesi, bu kez usulden bozdu. Manisalı gençlere işkence davası olaydan yaklaşık 7.5 yıl sonra 4 Nisan 2003'te sonuçlandı. Yargıtay, zamanaşımı süresinin dolmasına üç ay kala 10 polis hakkındaki cezayı onadı. Polisler, iki ile dört yıl dört ay arasında değişen sürelerde hapis yatmaya mahkûm oldu.


'Zalimane eylemler'
Yargıtay 8. Ceza Dairesi, onama kararını şu gerekçeye dayandırdı: "Anayasa'da ve uluslararası sözleşmelerde işkence suç sayılmıştır. Adli Tıp ve hastanede yaptırılan muayene ve tetkikler, sorgulama yöntemleri ve oluşun yönlendirdiği veriler nazara alındığında tüm mağdurların gerek psikolojik gerek fiziki yönden doktrinde ve uygulamada benimsenen işkence nitelemesi boyut ve yoğunluğunda şiddet, haysiyet kırıcı, zalimane eylemlere maruz kaldıkları anlaşılmış, bu olaydan sonra bir kısım mağdurların intihara kalkıştığı, bir kısmının tüberküloz hastalığına yakalandığı, bir kısmının da sürekli psikolojik tedaviye muhtaç kaldığı belirlenmiştir."
Kararda mahkûm polislerin uyguladığı işkence yöntemleri de şöyle sıralandı:
"Hakaret etmek, tehdit, gözlerini bağlayıp yüksek sesle müzik dinletmek, çırılçıplak soyarak basınçlı su sıkmak, ıslak battaniyeye sardıktan sonra elektrik vermek, erkeklerin hayalarını sıkmak, makatlarından cop sokmak, kızlara cinsel taciz, göğüslerini elleyip sıkmak, zıplatmak, ayakta tutmak ve duvara yaslayarak beden gücünün dayanamayacağı hareketleri yaptırmak, diğerlerine yapılan işkenceleri seyrettirmek, su-yiyecek vermemek, uyumalarını engellemek gibi süreklilik gösteren ıstırap verici, bezdirici, acı veren insanlık kişiliğini incitici hareketler
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
devran

devran


Kadın
Mesaj Sayısı : 425
Yaş : 34
Nerden : istanbuldan
Kayıt tarihi : 24/01/08

ATEŞ MANİSA'YA DÜŞTÜ 1 Empty
MesajKonu: Geri: ATEŞ MANİSA'YA DÜŞTÜ 1   ATEŞ MANİSA'YA DÜŞTÜ 1 Icon_minitimePtsi Mart 03 2008, 15:46

ATEŞ MANİSA'YA DÜŞTÜ - 7
Manisa olayları benden birçok şey aldı götürdü. Ben gerçeğin bilinmesini ve asla unutulmamasını istedim. İstedim ki bir daha hiç kimse hiçbir nedenle işkence görmesin
HÜSEYİN KORKUT

Kamuoyunda 'Manisalı Gençler' olarak bilinen olaylarda 1995 yılında bir aralık gecesi gözaltına alındım. Yargıtay Ceza Genel Kurulu kararıyla kesin hükme bağlandığı üzere; Manisa Emniyet Müdürlüğü'nde gözaltındaki arkadaşlarımla on bir gün boyunca ağır işkence gördüm.
Buca E-Tipi Kapalı Cezaevi'nde üç buçuk ay tutuklu kaldım. (Editör'ün notu: Yazı dizimizin giriş yazısında Hüseyin Korkut'un üç yıl üç ay tutuklu kaldığını yazmıştık. Düzeltir özür dileriz.) Terör örgütüne üye olmak suçlaması ile dört yıl süren DGM'deki yargılanmam sonucunda beraat ettim.
Cezaevinden tahliye edildikten sonra gözaltı süresince gördüğüm ağır işkenceler nedeniyle, on yıl süren bir depresyon tedavisi gördüm.
Olaylar hakkında şimdiye kadar çok şey yazılıp çizildi, çok kişiler konuştu. Geride kalan o uzun yıllar tek tek tüm arkadaşlarımda olduğu gibi benden de birçok şey aldı götürdü. Ancak yılların götürdükleri kadar getirdikleri de oldu. Birçok değerli insanla tanıştım, arkadaş oldum. Dr. Alp Ayan, Dr. Türkcan ******, Dr. Kemal Dumlu, Av. Sema Pekdaş, Av. Pelin Erda, dönemin milletvekili Av. Sabri Ergül ve burada isimlerini sayamayacağım değerli insanlar!
Ancak içlerinden biri var ki hastanede o zor günlerimde telefonda 'yeniden' tanıştığım kişi herkesten farklı olarak bana bir kapı açtı; bu kişi Can Dündar. Moral olsun diye Ankara'ya davet ettiğinde; konuşurken ona "Ben de bir şeyler yazıyorum" dedim. "Yazdıklarını gönder, bir bakayım" dediğinde bunu sırf 'moral' olsun diye yaptığını düşündüm. Yazdıklarımı gönderdim. Telefonla Ankara'ya davet edildiğimde bu kez "Bu yazdığın romanı bitir yayınlatırız" dediğinde sevincimden bayılabilirdim.
Ben romanı üç ayda tamamlayabileceğimi söyledim, Can Abi bana iki ay verdi. Sonunda romanı bitirdim. Ardından İmge Kitabevi Yayınları'nın çok değerli sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Refik Tabakçı ile tanıştık, dost olduk. Yayınevindeki çok değerli ekiple uzun bir çalışma sonucu işkence olaylarını roman üslubuyla işledik ve İmge Yayınları'ndan piyasaya sürülecek aşamaya getirdik.
Başta Can Dündar olmak üzere çok fazla emeği geçen herkese teşekkür ederim. Yukarıda dediğim gibi; Manisa Olayları hakkında çok şey yazılıp çizildi, çok şey anlatıldı. Bu romanla bir de 'olayları yaşayan biri olarak' benim gözümden nasıl görüldüğünü; gözaltında, işkence sırasında, cezaevinde, işkence sonrası dışarıda neler düşünüp neler yaptığımı anlattım. Ardından bu davanın en başından beri takipçisi olan Radikal gazetesinde dizi yazı yazma düşüncemi Can Dündar'a söyledim. O da İsmet Berkan'a konuyu götürmüş. İstanbul'da, İsmet Berkan'la buluştuğumda heyecanlıydım. "Yaparız, memnuniyetle..." dediğinde heyecanım doruğa çıktı.
Ve dizi gazetede sürmanşetten 23 Kasım'da duyurulmaya başladığında yine ilk Can Dündar'dan öğrendim. Telefonum sürekli çaldı sonrasında; önce teşekkürler, tebrikler, 'yanındayız'lar...
Mutlu oldum, sevindim, sevinçten ağladım. Gazeteyi elime aldığımda dizi yazısının duyurusunun altında 'Polisin öldüren tekmesi' başlığı vardı. Sevincim ağzımda kekremsi bir tada dönüştü!

Telefondaki sesler
Ve telefondaki sesler değişti!
Teşekkürlerin yerini 'küfürler', 'yanındayız'ların yerini 'yapılanlar az bile'ler aldı. Üzüldüm mü?
Evet, ama bana hakaret edenlere üzüldüm, hakaretlere değil! Onlar beni tanımıyorlar, işkenceye yatırılan arkadaşlarımı tanımıyorlar.
İnanıyorum ki bizi tanısaydılar böyle düşünmezler, bir insana işkence yapılmasına hiçbir haklı gerekçe bulamazlardı!
Bunca çaba ne diye mi?
Bilinmesini ve asla unutulmamasını istedim. İstedim ki bir daha hiç kimse ama hiç kimse hiçbir nedenle ülkemde ve dünyada 'insanlık dışı, zalimane kötü muamele ya da işkence' görmesindi.
Sizce bu bir düş mü? Belki evet, ama neden bundan sonraki düşlerim soğuk duvarlar, elektrik manyetoları, çıplak bedenler, kanlı coplar, sıkılan hayalar... yerine 'işkencesiz bir dünya düşü' olmasın ki?
Sizlerle bu düşü gerçeğe çevirmek adına, unutmamak, unutturmamak ve siz okurların da 'Ben de varım' diyebilmeniz için yazdım.
İlk 'düşü' uzun yargılamalar sonucunda Yargıtay Ceza Genel Kurulu kararıyla ülkem insanıyla birlikte bizler bizim davamızla; işkenceyi canım ülkem, Türkiye'de ilk kez mahkûm ettirerek yaşadık.
Şimdi sıra sizde! Bu roman çok yakında çıkıyor, 'İşkencesiz Bir Türkiye' düşünü birlikte büyütelim, yaralarım ve arkadaşlarımın yaraları bu düş gerçeğe dönüşünce kuruyacak!
Hüseyin Korkut

--------------------------------------------------------------------------------

Gençlere beraat, işkenceci polislere 85 yıl ceza
Gerek Manisalı 16 gencin yargılanması, gerekse onlara işkence yapan polislerin davası kamuoyunca yakından takip edildi. Yapılan yrgılamalar sonunda gençler beraat ederken işkenceci 10 polis toplam 85 yıl hapis cezasına çaptırıldı

Manisalı 16 genç duvarlara yazı yazmak, bildiri dağıtmak, molotofkokteyli atmak, gizli örgüte üye olmak suçlarından yargılanıyordu. Manisa Terörle Mücadele Şubesi'ndeki görevli 10 polis ise gözaltındaki gençleri çırılçıplak soymakla; cinsel organlarına, meme uçlarına, kulak ve burun deliklerine elektrik vermekle; erkeklere makattan cop sokmak, hayalarını burmakla; kızlara copla ve değişik biçimlerde cinsel tacizde bulunmakla; dayak atmak, ölümle tehdit ve küfür etmekle; gözleri bağlı tutmak, yiyecek içecek vermemek, vücudu 45 derecelik eğik biçimde ve çıplak olarak saatlerce bekletmekle suçlanıyorlardı. İşte yıllarca süren hukuk savaşımının önemli aşamaları:
26-31 Aralık 1995: Çoğu lise öğrencesi 16 genç gözaltına alınarak Manisa Emniyet Müdürlüğü'nde sorgulanmaya başlandı. Aileler savcılık izniyle gördükleri çocuklarının işkence gördüğünü anlayarak kamuoyunu harekete geçirdi. Dönemin İzmir milletvekili Sabri Ergül ile aileler ortak bir basın toplantısı yaparak polisler hakkında suç duyurusunda bulundu.
12 Mart 1996: Gençlerin İzmir DGM'de ilk duruşmaları yapıldı. Gençlerden birinin 14 yaşından küçük olması nedeniyle 'gizlilik' kararı alındı.
16 Mart 1996: Doktor raporlarını inceleyen İzmir Tabip Odası hazırladığı alternatif raporunda gençlerin işkence gördüğü sonucuna ulaştığını açıkladı.
28 Mayıs 1996: Manisalı gençler, tren vagonlarına yazı yazdıkları, bir berber dükkânına molotofkokteyli attıkları suçlamasıyla ayrıca Manisa Sulh Ceza Mahkemesi'nde yargılanmaya başladı.
30 Mayıs 1996: İzmir DGM'deki duruşmada tanık olarak dinlenen tren garı nöbetçisi vagonlarda hiç yazı görmediğini, itfaiye görevlileri de berber dükkânının tüplü sobadan dolayı yandığını açıkladı.
4 Haziran 1996: Manisa Cumhuriyet Savcılığı, gençlerin soruşturmasını yürüten 10 polis hakkında işkence yapmaktan dava açtı.
10 Eylül 1996: İzmir DGM'deki duruşma günü en küçük sanığın doğum günü yapıldı. Sanık 15 yaşını doldurduğu için 'gizlilik kararı' kalktı.
16 Ocak 1997: İzmir DGM, dokuzuncu duruşmasında beş sanık için beraat, 10 sanık hakkında da 2,5 yıl ile 12,5 yıl arasında değişen hapis cezası verdi.
14 Mart 1997: Manisalı gençler 'izinsiz yazı yazmak' suçundan Manisa Sulh Ceza Mahkemesi'nde beraat etti.
30 Nisan 1997: Manisa Ağır Ceza Mahkemesi'nde devam eden polislerin işkence iddiasının görüşüldüğü duruşmaya sanık polislerin hiçbiri gelmedi. Emniyet Müdürlüğü'nden sanık polislerin teşhisi için fotoğraflarıyla gözaltı nezaret defterlerinin, sağlık ocağından belgelerin istenmesine ve diğer eksiklerin giderilmesine karar verilerek duruşma ertelendi.
14 Mayıs 1997: En küçük 'Manisalı genç' hakkında Çocuk Mahkemeleri Yasası uygulandı. 'Manisalı genç' suçlamalardan beraat ederek kurtuldu.
21 Mayıs 1997: Manisalı gençler 'kasten bina yakmak' suçundan Manisa Ağır Ceza Mahkemesi'nde açılan davada beraat etti.
4 Haziran 1997: Sanık polislerden duruşmaya gelen olmadı. Fotokopisi gönderilmiş belge asıllarının gönderilmesinin ve kimlik belirtmeksizin gönderilen sanık polislerin fotoğraflarının kimliklerinin belirtilmesinin istenmesine ve eksiklerinin giderilmesine karar verildi.
3 Eylül 1997: Sanık polislerin hazır bulundurularak teşhis yaptırılmasına, gelmeyen sanık polislerin fotoğraf üzerinden teşhislerine karar verildi. Sanık polisler duruşmaya gelmedi.
23 Aralık 1997: Sanık polislerden gelen olmadı. Mağdurların sanık polisleri fotoğraftan teşhisi işlemlerine başlandı.
20 Ocak 1998: Yargıtay 9. Ceza Dairesi, gençler aleyhine karar veren İzmir DGM'nin kararını, polislere karşı açılan dava sonucuyla sulh ve ağır ceza mahkemelerinde eylemlere ilişkin açılan davaların sonuçlarını beklemeden ve göz önüne almadan eksik inceleme yaparak karar verdiği için bozdu.
21 Ocak 1998: Sanık polisler yine duruşmaya gelmedi. Müdahiller son sözlerini sundu.
11 Mart 1998: Manisa Ağır Ceza Mahkemesi, gençlere işkence yapmaktan sanık polislerin delil yetersizliğinden beraatlerine karar verdi.
12 Ekim 1998: Yargıtay 8. Ceza Dairesi polisler hakkındaki beraat kararını bozarak işkence yapmaktan ceza almaları gerektiğini belirtti.
27 Ocak 1999: Manisa Ağır Ceza Mahkemesi polisler hakkında Yargıtay'ın verdiği bozma kararına karşı direnerek yeniden beraat kararı verdi.
15 Haziran 1999: Yargıtay Ceza Genel Kurulu, Manisa Ağır Ceza Mahkemesi'nin direnme kararını bozarak, Manisa'da görevli polislerin işkenceden mahkûm olmalarını istedi.
15 Ekim 2000: Manisa Ağır Ceza Mahkemesi, uymak zorunda kaldığı Yargıtay kararı gereğince 10 sanık polisi toplam 85 yıl hapis cezasına çarptırdı.
28 Ekim 2000: İzmir DGM, Manisalı gençlerin ifadelerinin işkence altında alınması ve başka bir kanıt bulunmaması nedeniyle beraatlerine karar verdi.
4 Nisan 2003: Yargıtay 8. Ceza Dairesi, 'Manisalı Gençlere İşkence Davası" olarak bilinen, biri başkomiser 10 polisin 60 ile 130 ay arasında değişen hapis cezalarına çarptırılmasına ilişkin kararı, zamanaşımı süresinin dolmasına üç ay kala onadı.
- BİTTİ -
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
ATEŞ MANİSA'YA DÜŞTÜ 1
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
ATA-GENÇ :: DEVRİMCİ BİLGİLER :: Devrimci Bilgiler-
Buraya geçin: